31 Aralık 2013 Salı

Aşktan da Üstün

   2. Dünya Savaşı’nın ardından Brezilya’ya saklanan bir grup Nazi’yi ele geçirmek için, Amerikan gizli servisi bir Nazi savaş suçlusunun kızı olan Alicia’yı kullanmak ister. Genç kadın, partneri ajan Devlin’e kısa sürede aşık olur. Ancak Alica’nın soğuk cazibesine rağmen genç adam ona sürekli potansiyel suçlu muamelesi yapmaktadır. Sonunda içlerine sızmak için onu Nazi’lerin lideri Sebastian’la evlenmeye zorladığında araları iyiden iyiye bozulacak ve Alica bir ihanet sarmalının içinde sıkışıp kalacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


30 Aralık 2013 Pazartesi

Şüphenin Gölgesi

   Joseph Cotton, Philadelphia’dan Kaliforniya’ya ülkenin dört bir yanını dolaşıp, kanundan bir adım önde giden, yakışıklı ve çekici Charles amcayı canlandırıyor. Ama kısa süre içinde, başlangıçta hiçbir şeyin farkında olmayan adaşı, “Kuzen Genç Charlie” amcasının, Neşeli dul katili olduğundan kuşkulanmaya başlayacak ve aralarında ölümcül bir kedi-fare kovalamacısı başlayacaktır. Ama Hitckcock’un en sürükleyici psikolojik gerilim filmlerinden bir olan Shadow of a Doubt’ta, genç kuzen gerçeğe yaklaştıkça, psikopat katilin en sevdiği akrabasının ölümünü planlamaktan başka çaresi kalmaz…
Charlie amcanın, akrabalarını ziyaret etmek için sakin Santa Rosa kasabasına gelmesi, Hitckcock’un bu en ilginç ve gerilim dolu yolculuklarından biri olan filminin temelini oluşturur. Hitchcock’un kişisel olarak en çok beğendiği filmlerden biri olan Shadow of a Doubt, senaryoyu yazan, Amerikan oyun yazarı Thorton Wilder ile yapılan işbirliğinin sonucunda ortaya çıkmıştır. İki ustanın birlikte yarattığı bu çarpıcı psikolojik gerilim filmi için, Hitchcock kısaca “Cinayet ve şiddeti evlerimize, gerçekten ait oldukları yere geri getirdi.” demiştir…

   Hitchcock, 1972′de yayınlanan şovunda filmografisindeki en sevdiği filmin bu film olduğunu söylemiş. Gerçekten en iyi filmlerinden biri bence de. Teresa Wright (Küçük Charlie rolünde) müthiş bir oyuncu ve bu filme çok şey katmış...

Saygılarımla
Eray Eliçora


29 Aralık 2013 Pazar

Cinnet

   Hitchcock’un yaklaşık 30 yıl sonra İngiltere’ye döndüğü filmi, Londra sokaklarında geçen bir ‘seri katil hikâyesi’ anlatıyor. Yönetmen, böylesine şaşırtıcı bir dönüş yapınca ilk döneminin film gramerini geri getirmiş ve altın dönemindeki o görkemli sinema anlayışını bir kenara bırakmış oluyor. Yani ne renkler, ne de müzik baskın hale geliyor burada. Aksine mesafeli bir İngiltere atmosferinin içinde yozlaşma anlatılıyor. Ancak Hitchcock’un bu mantık doğrultusunda, özellikle cinayet sahnelerinde ‘locked-down shot’ tekniğinin katkısıyla ‘göstermeden’ sonuç alırken, kendini vince bırakıp uzun planlar da kullanması, onun ustalığını bir kez daha ortaya koyuyor...

Saygılarımla
Eray Eliçora


28 Aralık 2013 Cumartesi

Lekeli Adam

   Henry Fonda, yanlışlıkla bir sigorta şirketini soyan kişi olarak teşhis edilen caz müzisyeni Manny Balestrero’yu canlandırıyor. Balestrero’nun kefaletle tahliye edilmesine rağmen, bu olayın yarattığı endişe ve utanç, karısı Rosa’yı etkilemeye başlar. Birlikte Manny’nin suçun işlendiği sırada başka bir yerde olduğunu kanıtlayacak insanları bulmaya çalışırlar ama başarısız olurlar. Rose davadan önce bir sinir krizi geçirir ve akıl hastanesine kapatılır. Sonunda, şans eseri, gerçek soyguncu ortaya çıkar; ama bu, kadının ruhsal durumunda pek bir değişiklik yaratmaz...
Neredeyse belgesel tarzı bir gerçekçilikle siyah-beyaz çekilen Lekeli Adam, bizzat Hitchcock’un kısa bir öndeyişte ifade ettiğine göre, gerçek bir öyküye dayanır. Bu film, Hitchcock’un değişmez temalarından birini, işlemediği bir suçla itham edilen bir adamın öyküsünü (Hitchcock’un 1959 yapımı filmi North By Northwest – Gizli Teşkilat’ta da benzer bir durum vardır) ele alır. Yönetmen suçlama ve mahkum etme süreçlerinin masum bir insanı bile nasıl da kolaylıkla suçlu pozisyonuna düşürdüğünü mükemmel biçimde aktarır. Öznel kamera tekniğinin ustalıkla kullanıldığı bir sekansta, Manny’yi, fişlenmenin, aranmanın, parmak izinin alınmasının getirdiği aşağılanma duygusunu yaşarken görürüz; parmaklarındaki mürekkep sanki suçlu olduğunun doğrulanmasıymış gibi görünür...

   Alfred Hitchcock katı bir dini eğitim veren okulda yetişti.Okulda arkadaşları aasında “BURNU BÜYÜK” olarak adlandırıldı.Genç yaşta babasını kaybedince annesi onun üstüne biraz fazla düşmüş. Evlendiğinde bile tatillere eşi ve annesiyle çıkmış. Katı eğitiminin kendisinde fazla bir etkisi olduğunu hiç kabul etmemiştir. Gerçek bir hikayeden alıntı yaparak hem sinema tarihine hem de kendi tarzına yenilikler getirmiştir...

Saygılarımla
Eray Eliçora


27 Aralık 2013 Cuma

Çok Şey Bilen Adam

   Doktor Ben McKenna, evlenmeden önce ünlü bir şarkıcı olan karısı Jo ve oğlu ile birlikte tatil için Fas’a gider. Ben burada tesadüfen bir cinayete tanık olur ve öldürülen adam ona bir şey fısıldar. Doktorun duyduğu ‘şey’, oğlunun kaçırılmasına ve karısıyla birlikte kendilerini uluslararası bir komplonun içinde bulmalarına neden olur…
Alfred Hitchcock , Çok Şey Bilen Adam’ı ilk olarak 1934′te beyaz perdeye aktarmıştı. 1956 tarihli bu yeniden yapım ise daha yüksek bir bütçeye sahip ve karakterlerin adları ve mekan seçimi (İsviçre yerine Fas) dışında olay örgüsü ilk filmle aynı…
Gerilim ustası Alfred Hitchcock’un filmografisindeki tek yeniden çevrim olan “The Man Who Knew Too Much” sürükleyici öyküsü, muhteşem oyunculuğu ve Oscar kazanan Que Sera, Sera adlı şarkısıyla defalarca izlenecek bir klasik…

   Bütçesini genişletip 2. kez çektiği filmde korku, merak ve polisiye sarmallarında Hitchcock klasiği. Sinema kaygım ahlaksal değerlerden önemlidir diyen yönetmen, sağlam gözlemleriyle titiz işçiliğinden hiç ödün vermemiştir.”Ben tür yönetmeniyim.Sindrella’yı film yapsam,insanlar at arabasında ceset ararlar. ” diyerek kendi sinema anlayışına sahip çıkmış ve kendinden bir şeyler çalarak tarzını-üslubunu geliştirmiştir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


26 Aralık 2013 Perşembe

Kaybolan Kadın

   Genç Iris Henderson Balkanlar’da geçirdiği tatilinin ardından trenle ülkesine dönmektedir. Tren kötü hava nedeniyle yolda kaldığında yolcular küçük bir kasabadaki bir otele yerleşirler. Iris burada yaşlı bir kadın olan Miss Froy ile tanışır. Havanın düzelmesiyle tren yolculuğunun yeniden başlamasından bir süre sonra Iris Miss Froy’un ortadan kaybolduğunu ve onun kıyafetlerini giyen bir başka yolcunun olduğunu farkeder. Diğer yolculara bunu anlattığında müzisyen Gilbert hariç yolcuların hiçbiri Miss Froy’u hatırlamaz. Iris’e inanan Gilbert ona Froy’u bulma konusunda yardım edecektir…
Alfred Hitchcock’un komedi vurgusu taşıyan nadir filmlerinden biri olan The Lady Vanishes yönetmenin İngiltere döneminin sonunda önemli bir ticari başarı yakalamasını ve Hollywood’un dikkatini çekmesini sağlamıştı…

Saygılarımla
Eray Eliçora


25 Aralık 2013 Çarşamba

Celse Açılıyor

   Kör olan kocasını öldürmekle suçlanan Anna Paradine adlı bir kadının etrafında şekilleniyor. Onu savunan avukatı Keane, evli olduğu halde müvekkiline âşık olur ve Anna’nın masumiyetinden en ufak bir şüphe duymaz. Ama her şey gerçekten Anna’nın anlattığı gibi midir? Yoksa kalın bir sis perdesinin ardında bambaşka bir gerçek mi yatmaktadır. Robert Hichens’in romanından uyarlanan “The Paradin Case'in başrolünde usta aktör Gregory Peck var…

   Filmlerin Hitchcockvari bir cinayet ya da değil diye kesin çizgilerle ikiye ayrılması gerekir sanırım. Hatta o kadar ki bir yönetmenin ya da bir katilin kendi kendine sessizce şu soruyu sorması gerekir: ”Alfred Hitchcock olsa nasıl yapardı?” ondaki keskin gözlem gücü, ayrıntılara hastalık derecesinde önem vermesi, usta işi diyaloglar ve film boyunca hiç dinmeyen heyecan kasırgası öyle ki hortumu demeliyim sizi çivilenmiş yerinizden bambaşka yerlere sürükleyip götüren.Yönetmen Hitchcock ise gerisi sizin ön yargılarınızı dizginlemenize bağlı ya da hayal gücünüzü…

Saygılarımla
Eray Eliçora


24 Aralık 2013 Salı

İtiraf Ediyorum

   Peder Logan’ın huzurlu ve sıradan hayatı, kendine gelen bir suçlunun günah çıkarması ile değişir. Adam kendisinin bir cinayet işlediğini itiraf etmiştir. Peder Logan bu durum karşısında ahlaki bir ikileme düşer: Din adamı olan tarafı kendisine güvenerek bunu itiraf eden suçluyu ele vermemek gerektiğini söylerken, bir yurttaş olarak durumu kanun adamlarına ihbar etmesi gerektiğini düşünmektedir. Bütün bunları kendi içinde yaşayan Logan, bir süre sonra polislerin şüphesini üstüne çeker. Hatta cinayetin tek sanığı konumuna gelir. Bununla birlikte Logan hala sessizliğini korumaktadır. Suçlunun kendisi olmadığını kanıtlamak için başka bir yol bulması gerekecektir…

   Alfred Hitchcock din adamı olan ailesinin ve yaşantısının etkilerini her ne kadar taşımıyorum diye açıklasa da din ve dogmalarla sık sık karşılaşırız.İnsan psikolojisini dogma diyebileceğim bir inançla savunan Peder (aynı zamanda ailedeki baba kavramıyla özdeş) değerlerinden ödün vermemek adına (cinayetler var çünkü) kabul etmek ya da itiraf ettirmek arasında gel-gitlerle filmin heyecan dozu artar. Merak ve bilinmeyen ögeler cameo yapması gibi (filmin sonunda merdivenlerde görünen kişi Hitchcock) sıradan ve doğal bir olaydır. Sorgulanmalar ve şüphe onun sinemasının temel taşlarıdır tabi…

Saygılarımla
Eray Eliçora


23 Aralık 2013 Pazartesi

Hırsız Kız

   Kitap yayımcısı Mark Rutland, daha önceden tanıdığı Marnie lakaplı Margaret Edgar adında kleptoman bir genç kızı işe alır. Marnie adamın aşıkane ilgisini görmezden gelerek şirketinin kasasından aldığı büyük miktarda parayla ortadan kaybolur. Mark paranın kaybolduğunu fark eder, ve yerine koyar, sonra da Marnie’yi bulur. şantajla onu evliliğe zorlar, ancak evlenince Mark’ı bir sürpriz beklemektedir…
Hırsız Kız, tipik Hitchcock sarışınlarından biri olan (ve ayrıca Melanie Griffith’in de annesi) Tippi Hedren için özel bir armağan gibidir. Hitchcock bu filmde “Kuşlar”la üne kavuşturduğu Hedren’e dört başı mamur bir rol verir…
Geçmişindeki karanlık olaylar nedeniyle kişilik bozulmasına uğramış ve bu yüzden kleptoman ve de ‘frijid’ olmuş bir genç kadın…Hedren de bu rolü gayet iyi biçimde oynar: yanı başında kendisine aşık olup onu iyileştirmeye çabalayan, geleceğin James Bond’u Sean Connery olduğu halde. Ve film, Hitchcock’un tıpkı “Spellbound- Öldüren Hatıralar”da olduğu gibi, psikanalize ve psikiyatrlara özel bir yer ve önem verdiği birkaç filminden biri olarak da dikkate değer…

Saygılarımla
Eray Eliçora



20 Aralık 2013 Cuma

Şüphe

   Eşinizin bir katil olduğundan şüphelenseniz, ne yapardınız? Usta yönetmen Alfred Hitchcock, Oscar ödüllü psikolojik gerilim filmi “Şüphe”de bu soruya yanıt arıyor…
Varlıklı bir ailenin tek varisi olan Lina, Johnny’ye aşık olunca ailesinin itirazıyla karşılaşır. Sorumsuz bir yaşam süren Johnny, gerçekten de genç kadınla sadece parası için ilgilenmektedir. Her şeye rağmen sevdiği adamla evlenen Lina, kısa bir süre sonra onun aslında bir yalancı ve hırsız olduğunu anlar. Üstelik kocasının katil olduğundan da şüphelenmektedir…
Yakın bir arkadaşlarının beklenmedik ölümüyle bu şüphe daha da artar. Çiftin arasındaki gerilim öyle bir noktaya varır ki Lina kocasının para için kendisini zehirlemeye çalıştığına inanır.

   Bu filmle ilgili bir iki küçük detay paylaşmak istiyorum.Johnie’nin elinde süt bardağı ile merdivenlerden çıkışı film dünyası açısından çok önemli bir sahneymiş.Hitchcock etkisinin artması için bardağın içine ışık koymuş.
Joan Fontaine bu rolü ile en iyi kadın Oscar'ını kazanmış.Her filminde oldugu gibi Hichcock kendisini bu kez,Lina’nın dedektif kitapları alıp dısarı cıkacagı sahnede posta kutusuna mektup atan kişi olarak gösteriyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


19 Aralık 2013 Perşembe

Esrar Perdesi

   Amerikan bilim adamı Micheal Armstrong, nişanlısı Sarah Sherman ile birlikte Doğu Avrupa’ya iltica eder. Aslında bu iltica süreci, Micheal Armstrong’un Leipzig’de bulunan bir matematik formülünü çalmak için bir kılıftır…
Esrar Perdesi, bir zamanların Doğu Almanya’sında çift yanlı bir ajanın öyküsünü anlatan ve hem açık komünist düşmanlığı, hem de şiddet içeren sahneleriyle dikkat çeken bir film… Paul Newman ve Julie Andrews Hitchcock dünyasına bu ilk ve tek konukluklarında beklenmeyen bir ikili oluşturuyorlar…

Saygılarımla
Eray Eliçora


18 Aralık 2013 Çarşamba

Zevk Bahçesi

   Patsy, Pleasure Garden müzikalindeki koroda şarkı söyleyen bir kızdır. Koroya zor şartlarla alınmıştır. Koroda işe başladıktan sonra, diğer dansçı kız olan Jill ile tanışır. Jill hayatında talihsizlikler yaşamıştır ve dansçı olarak çalışmaktadır. Jill maceraperest Hugh Fielding ile tanışır ve nişanlanır, ancak Hugh yurt dışına gittiğinde, Jill, başkalarıyla beraber olmaya başlar. Patsy en yakın arkadaşının yurt dışındaki kocasını bir pensle aldattığını görür ve onu uyarır. Kendi eşi de iş için uzaklara gider ve Patsy’yi unutacaktır. Patsy eşine gittiğinde aldatıldığını görür ve yeni kararlar alır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


17 Aralık 2013 Salı

39 Basamak

   Dairesinde bir genç kız bıçaklanarak öldürülünce, Londra’da tatilini geçirmekte olan genç Kanadalı rençber Richard Hannay kendini casusluk ve cinayet içeren gizemli bir maceranın ortasında buluyor. Kız, ölümünden önce Hanney’e İngiltere’den kaçırılmakta olan çok gizli birkaç sırdan söz ediyor. Sinsi casusluk şebekesi liderinin, sağ elinin küçük parmağının bir parçasının kesik oluşundan tanınabileceğini anlatıyor, sonra da 39 Basamak’la ilgili bir şeyler söylüyor. 39 Basamağın sırrını çözmek, casus çetesini ortaya çıkarmak ve kendini cinayet suçlamasından temizlemek içinse Hanney’in sadece 48 saati vardır…
Hitchcock’un zaman içinde klasikleşen, kendini sıradışı bir olayın ortasında bulup, yaşamı ve onuru için savaşmak zorunda kalan masum adam temasıyla, 39 Basamak yönetmenin en iyi filmlerinden birisi olarak gösteriliyor…

   Bir dostum bana Gus Van Sant ”Sapık” filminin,Alfred Hitchcock’un filminin aynı sokaktan bile geçemeyeceğini söylemişti; sanırım burada senaryodan çok kurgu devreye giriyor. Senaryo ve kurgu…Freud psikanalizde kırk yıl şu soruya cevap aradı ve bulamadı: ”Kadınlar ne ister?”. Benim sinema,edebiyat ve diğer sanatlar için sorum şu olacak: ”Zaman neyi eskitemez”…

Saygılarımla
Eray Eliçora


16 Aralık 2013 Pazartesi

Öldüren Hatıralar

   Hitchcock’un düş sekansları için ressam Salvador Dali’yle çalıştığı film, göreve yeni atanan müdürünü bekleyen bir akıl hastanesinde başlıyor. Doktor Ballantine’in gelişiyle merakları bir kat daha artan hastane sakinleri, doktorun kimi tuhaf hallerine anlam vermekte zorlanacak, hatta içlerinde onun katil olduğunu ileri sürenler bile olacaktır…
Gerilim sinemasının büyük ustası Alfred Hitchcock “Spellbound”da Sigmund Freud’un psikanaliz teorileriyle bir cinayet çözümlemesi yapıyor…

Yapım Yılı: 1945
Gösterim Tarih: 28 Aralık 1945
Senaryo: John Palmer, Angus MacPhail, Ben Hecht, May E. Romm
Ülke: ABD
Filmin Süresi: 111 Dakika
Oyuncular: Ingrid Bergman, Gregory Peck, Michael Chekhov, Leo G. Carroll, Rhonda Fleming, John Emery, Norman Lloyd, Bill Goodwin, Steven Geray, Donald Curtis, Wallace Ford, Art Baker, Regis Toomey, Paul Harvey, Jean Acker, Irving Bacon, Richard Bartell, Harry Brown, Joel Davis, Edward Fielding, Alfred Hitchcock, Teddy Infuhr, Victor Kilian, George Meader, Matt Moore,Constance Purdy, Addison Richards, Erskine Sanford, Janet Scott, Clarence Straight, Dave Willock

 Saygılarımla 
Eray Eliçora



15 Aralık 2013 Pazar

Kapri Aşıkları

   1831 yılında Charles Adare isimli bir İrlandalı yeni bir gelecek umudu ile Avustralya’ya, yeni bir göreve getirilmiş amcasının yanına gider. Burada zengin bir işadamı olan Sam Flusky ile tanışır. Sam, uzun yıllar önce karısının erkek kardeşini öldürmüştür ve şimdi başarılı bir işadamı olmuştur. Fakat karısı Lady, şiddetli bir depresyon geçirmektedir. Kendini içkiye veren Lady’nin hayattan umudu kalmamıştır…
Aralarında bir iş ortaklığına dönüşen bu tanışma sonucunda Sam, genç adamı evine davet eder. Charles, Sam’in karısı Leydi Henrietta’yı çocukluğundan hatırlamaktadır; Henrietta Charles’ın kız kardeşinin eski bir arkadaşıdır. Charles kısa bir süre sonra Henrietta’nın gerçek bir alkolik olduğunu ve kadını evdeki kahyanın yönettiğini görür. Henrietta ile aralarındaki dostluk ilerledikçe, Sam kıskanmaya başlar…

Yapım Yılı: 1949
Gösterim Tarih: 8 Ekim 1949
Senaryo: John Colton, Margaret Linden, Helen Simpson, Hume
Ülke: İngiltere
Filmin Süresi: 117 Dakika
Oyuncular: Ingrid Bergman, Joseph Cotten, Michael Wilding, Margaret Leighton, Cecil Parker, Denis O’Dea, Jack Watling, Harcourt Williams, John Ruddock, Bill Shine, Victor Lucas, Ronald Adam, Francis De Wolff, G.H. Mulcaster, Olive Sloane, Maureen Delaney, Julia Lang, Betty McDermott, Ivor Barry, Martin Benson, Ronnie Hill, Alfred Hitchcock, David Keir, Roderick Lovell, Lloyd Pearson, Richard Turner

Saygılarımla
Eray Eliçora


14 Aralık 2013 Cumartesi

Sahne Korkusu

   Polis tarafından izlenen Jonathan Cooper, Kraliyet Tiyatro Akademisi’nde ümit vaad eden bir oyuncu öğrenci olan eski arkadaşı Eve Gill’in evine sığınır. Suç mahallinden kaçarken görülen Cooper, masum olduğunu iddia etmektedir. Aktris Charlotte Inwood’un kocasının ölümünün üstüne yıkılmaya çalışıldığı, bunda da kadına olan tutkusundan yararlanıldığı konusunda ısrar etmektedir. Eve, Jonathan’ın öyküsüne inanır ama polisin ona inanmayacağının da farkındadır; bu yüzden dedektifçiliki oynamaya karar verip hizmetçi kılığına girer ve Charlotte’un evine yerleşir. Amacı, Charlotte’un güvenini kazanıp, Müfettiş Wilfred Smith’in yardımıyla, Charlotte’un katil olduğunu kanıtlamaktır…
Hitchcock’un en az takdir edilen yapıtlarından biri olan Sahne Korkusu, karmaşık olay örgüsü, sürprizleri, irili ufaklı şaşırtmacaları ve en çok da baştaki asılsız geri dönüş sebebiyle bazı izleyicileri tedirgin etmiştir…

Yapım Yılı: 1950
Gösterim Tarih: 15 Nisan 1950
Senaryo: James Bridie, Ranald MacDougall, Whitfield Cook, Alma Reville
Ülke: İngiltere
Filmin Süresi: 110 Dakika
Oyuncular: Marlene Dietrich, Andre Morell, Jane Wyman, Richard Todd, Irene Handl, Everley Gregg, Helen Goss, Kay Walsh, Susanne Gibbs, Petra Davies, Cyril Chamberlain, Joyce Grenfell, Alastair Sim, Sybil Thorndike, Miles Malleson, Patricia Hitchcock, Alfie Bass, Michael Wilding, Ballard Berkeley, Hector Macgregor


Saygılarımla
Eray Eliçora


6 Aralık 2013 Cuma

Şantaj

   Alfred Hitchcock’un gerilim filmi Şantaj, “İngiltere’nin ilk sesli filmi” olarak sinema tarihindeki yerini garantilemiş durumda. Ama bu yapıt önce sessiz bir film olarak çekilmişti ve arşivciler ile sinema tarihçileri her ne kadar daha iyi olduğunu söyleseler de, sessiz versiyon hiçbir zaman hak ettiği üne kavuşamadı. Şantaj’ın sessiz versiyonu Hitchcock’a “Gerilimin Ustası” ünvanını kazandıran bütün öğeleri barındırıyordu…
Genç ve güzel bir kız olan Alice White, bir lokantada yakışıklı ve iyi giyinmiş bir yabancıyla flört ettikten sonra, Scotland Yard detektifi olan sevgilisi Frank Webber’le tartışır ve yabancının kolunda oradan ayrılır. Adam, Alice’in babasının puro dükkânının yakınında oturan bir ressamdır ve Alice’i stüdyosuna davet eder. Adam stüdyoda ona tecavüz etmeye kalkınca, kendini korumaya çalışan Alice ressamı öldürür.
Cinayetin soruşturmasını yürüten Webber, Alice’in katil olduğunu hemen anlar, ancak bu gerçeği üstlerinden saklar. Alice’in ressamın evine girdiğini gören şüpheli biri ona şantaj yapmaya başlayınca durum daha da karmaşık bir hâl alacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


5 Aralık 2013 Perşembe

Sabotajcı

   Uçak fabrikasında çalışan Barry Kane, fabrikasını sabote etmek ve bir iş arkadaşının ölümüne yol açmakla suçlanmaktadır. Aslında, kimsenin şüphelenmeyeceği Amerikalı hayırsever Charles Tobin’in başını çektiği, bir Nazi casus şebekesi suçu onun üzerine yıkmıştır. Kane, gerçek sabotajcının peşinde Los Angeles’tan New York’a tüm ülkeyi kateder. Tabii ki bu arada polis de onun takip etmektedir. Yolda yanına Patricia Martin adında isteksiz bir “yol arkadaşı” da alır. Kız önceleri Kane’i küçümsemekte ve onu ilk fırsatta yetkililere teslim etmek istemektedir ama genç kız yavaş yavaş Kane’in masum olduğunu anlayacaktır…

Yapım Yılı: 1942
Gösterim Tarih: 24 Nisan 1942
Senaryo: Peter Viertel, Joan Harrison, Dorothy Parker, Alfred Hitchcock
Ülke: ABD
Filmin Süresi: 109 Dakika
Oyuncular: Robert Cummings, Priscilla Lane, Otto Kruger, Alan Baxter, Clem Bevans, Norman Lloyd, Alma Kruger, Vaughan Glaser, Dorothy Peterson, Ian Wolfe, Frances Carson, Murray Alper, Kathryn Adams, Pedro de Cordoba, Billy Curtis, Marie LeDeaux, Anita Sharp-Bolster, Jean Romer, Lynne Romer, Oliver Blake, Al Bridge, Ralph Brooks, Paul E. Burns, Don Cadell, Jack Cheatham, Hans Conried, Kernan Cripps, Sayre Dearing, Helen Dickson, Ralph Dunn, John Eldredge, Paul Everton, Pat Flaherty, James Flavin, Eddie Foster, Jack Gardner, Eugene Gericke, Art Gilmore, Gus Glassmire, William Gould

Saygılarımla
Eray Eliçora


4 Aralık 2013 Çarşamba

"Topaz" İle "Alfred Hitchcock" Sinemasına Giriş

   Dünya, Soğuk Savaş’ın etkisindeyken kıdemli bir KGB üyesi Amerika’ya gönderilir. Gizli kimliğini açığa çıkarmayacak kadar işinin ehli olan kahramanımız, Amerika’nın ana konusu olan Fidel Castro ve Küba’da hiçbir Amerikan örgütünün kalmaması ve bir takım önemli evrakların yabancı ellere geçmiş olması ihtimali yüzünden harekete geçecektir…
Usta İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock’un bilinmeyenlerinden biri olan “Topaz”, 1969 senesinde vizyona girdi. Leon Uris’in kitabından uyarlanan film, 4 Milyon Dolar gibi bir bütçeyle çekildi. Ne İngiliz, ne de Amerikan seyircisinden beklediği ilgiyi görebilen Hitchcock, filmde rol alması için anlaştığı, ancak çeşitli sebepler yüzünden birlikte çalışamadığı Paul Newman’a küsmüş ve bir daha aktörle çalışmamıştır…
Uluslararası sorunlar ve örgütler üzerinden klasik bir Hitchcock kurgusu olan film, Sovyetler’den Amerika’ya, oradan da Küba’ya giderek örtbas edilen mevzuları ortaya çıkarıyor…

   Karamsar, yalnız ve depresif bir çocukluk geçirdiğini, hiç arkadaşı olmadığını anlatır Hitchcock anılarında. Sanırım bu kuvvetli gözlem gücü ve ayrıntılara düşkünlüğü de o günlerden kalma diyebiliriz. Soğuk savaş dönemine kendisi de kayıtsız kalmamış bu filmi çekmiş; en az ilgi gören filmlerinden biridir diyebiliriz. Birbirini ve ülkesini satan casuslar, anlamsız çıkar ilişkileri ve Bondvari bir casusluk olsa da bir Hitchcock filmi sonuçta. Elbette paranın tek dönüşüm ve gelişim aracı kabul edildiği yeni dünya düzeninde bunlar normal şeyler. Küba hep kötüdür ve hep bugün dahil ambargo altındadır. Yine de sıradan bir casusluk filmidir gibi bir kanıya da varmak istemem. Sonuçta estetik göreceli bir kavram. Bu filmin siyasi göndermelerini bilinçli seyirciye ve en büyük yargıç olan zamana bırakalım gitsin.

Saygılarımla
Eray Eliçora


3 Aralık 2013 Salı

İz Sürücü

   Bir nevi kıyamet sonrası gelecekte, isimsiz bir ülkedeyiz. Düşen dev bir meteor açıklanması güç olaylara sebep olmuştur. Yarattığı etki Zone adı verilen bir alanda etkili olmaktadır. Bu alanın ortasında yer alan bir odada insanlığın en derin tutkularını gerçek yapacağı söylenen bir güç vardır. Dikenli teller ve askerlerle korunan Zone’a sadece zihinsel güçleri ve yeterli cesaretleri olan Stalker’lar girebilmekte ve eşlik ettikleri insanları odadaki güçle yüzleşmeye götürmektedirler. Kahramanımız da böyle bir Stalker’dır. Karısının itirazlarına rağmen bir bilimadamı bir de yazarı yanına alarak hayatının yolculuğuna çıkar…
Meşhur Rus bilim kurgu yazarı Arkadi ve Boris Strugatsky kardeşlerin Yol Kenarında Piknik isimli romanından uyarlanan Stalker ile Tarkovsky, Solaris’te bıraktığı yerden psikoljik bilim kurguya geri dönüyor. Film göründüğünden daha çok alegori ve sistem eleştirisi içerse de yönetmen bunu ustaca alt katmanlara yerleştirmeyi beceriyor…
Benim gözümde ‘fikri bunalım’ her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur.Zira bence, ‘fikri bunalım’ kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır.Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüzyüze gelmekten çekinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır.Başka türlü olması da beklenebilirmi?Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına karşın ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı?İşte bu çelişki, hareketin uyarıcısı, ama aynı zamanda acılarımız ve umutlarımızın kaynağıdır.Bizim fikri derinliğimizin, manevi imkanlarımızın onayıdır.
Stalker, işte bu düşünceler etrafında döner.Filmin başkişisi umutsuzluk anları yaşar.İnançları sarsılır.Genede her seferinde, umutlarını ve hayallerini yitirmiş insanlara hizmete adanmış olduğunu yeniden hisseder…
Senaryonun yer, zaman ve mekan birliğini koruması bu filmde benim açımdan son derece önemliydi.Ayna’da filmin kahramanını kaçınılmaz varoluş sorunlarıyla yüz yüze getiren olgular karmaşasını; belgesel malzemeyi, rüyaları, hayalleri, umutları, öngörüleri ve anıları kurgulamak beni daha çok cezbederken, Stalker’de kurgu parçaları arasında zamansal bir atlamayla çok özen gösteriyordum.Zaman akışının bu filmde, tek bir çekim içinde anlaşılmasını, yani kurgunun yalnızca eylem sıralamasını belirlemekle yetinmesini istiyordum.Çekimde ne bir zaman fazlalığı olmalıydı ne de çekim, yalnızca dramaturjik bir malzemeyi düzenleme işlevini yürütmeliydi.Her şey, sanki ben bütün filmi tek bir çekimle tamamlamışım gibi bir etki yaratmalıydı.Bu tür sadelik, hatta tutumluluk, bana çok büyük bir imkan sağlarmış gibi geliyordu.Sonuçta dış etkenleri olabildiğince az kullanmamı engelleyecek ne varsa hepsini senaryodan attım.Genel filmsel inşada sade ve mütevazi bir yapıya kavuşmak istiyordum…
(Andrey Tarkovski:Mühürlenmiş Zaman)

   Öncelikle şunu belirteyim film insanın duyu organlarıyla hissedebildikleri gerçektir olgusunun aksi yönünde bir tavır sergilemektedir.Tabi bunun yanında çok farklı yorumlayabileceğimiz şeyler.. Bu film çok farklı şekillerde yorumlanabilir.Gerçeği aramak, insanın kendini keşfetmesi ve mutluluk.İnsanlar ne zaman mutlu hisseder kendilerini ? Gerçeğe ulaştıklarında mı ? Yoksa ulaşmış olduğu hedefin onun için anlamıdır mı mutluluk ? ”Gerçeği ararken, gerçeği keşfedeceğime, onun değiştiğini görüyorum.” Aslında burda gerçeği aradıkça gerçeğin değiştiği vurgusu yapılmaktadır.Mesela şu şekilde.Şimdiki zaman ve gelecek.Ama geleceğe gittiğimizde gelecek zaman şimdiki zaman olur.Burda insanın gerçekliğin imkansız olduğunu mu yoksa insanın ulaştığı yerin insanı tatmin etmemesi midir yönetmenin anlattığı bilmiyorum.Diyorum ya farklı şekillerde yorumlanabilir. Stalker bölgeye giderken iyilerin geçebileceğinden bahseder.Ve umutlu olmayanların.Burada dini bir göndermesi var yönetmenin.Fakat umut Tanrıya ulaşma çabası mıdır ? ”En güvenli yol en uzun yoldur” Mutluluğa ulaşmak için sabretmeliyiz.Mutluluğa ulaşmak için geri adım atmamalıyız vazgeçmemeliyiz. Yönetmenin Bölge dışındaki tüm sahneleri renksiz, bölge’de ise renkli çekimler kullanması bölge’ye anlam katmak amaçlı olmuş.Çünkü Hayatımızın sıradan olduğuna bu şekilde vurgu yapılmıştır.Yada bunun aksine Stalker’in en küçük ilgiçlik olgusundan mutlu olması bunun tersi bir durumdur. Bu arada Bölge demişken ; Bölge ulaşılması güç bir yer.Gidenlerin geri dönemediği söylenen bir yer.Oraya sadece stalker yani iz sürülerin yardımıyla gidilebiliyor.Stalker bu bağlamda sanki bir aracı.İnsan öldükten sonra Yaratıcının karşısına çıkma yolunda giderken yalnız mıdır yoksa yaratıcının ruhani varlıkları insana eşlik etmekte midir ? Yönetmenin totaliter rejimi eleştiren bir tavrı var ayrıca.Mesela Stalker’in bahsettiği iyilerin geçmesi kötülerin ise cezalandırılması, kurallara göre oyunu oynamak, kanunlara uymak vs. vs. ”Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir.Öldüğü zamansa kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır.Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz.” Filmi izledikten sonra sadece şu film için bile yönetmen hakkında çok şey düşünülür ? Evet bir sinemacı.Ama filmin her sahnesini gördüğünüzde o sahneleri birer tablo haline getirirseniz yönetmenin sanatçı oldugunu görürsünüz.İyi bir gözlemci.Bu bağlamda bir Ressam. Peki ya filmin anlatımı.Kamera hareketlerinin az kullanıldığı filmin replik sunumları müzikler şiirsel bir şekilde kulağımıza sokuluyor. Bu filmden çıkardığım anlamlar ve aklıma gelen sorular benim yorumladıklarımdır.Bu filmden farklı şeyler anlamak filmi anlamamak değildir.Öyle bir film ki herkes farklı şekilde anlayacaktır ve yorumlayacaktır.

Yapım Yılı: 1979
Gösterim Tarih: 17 Nisan 1980
Senaryo: Arkadi Strugatsky, Boris Strugatsky, Andrei Tarkovsky
Ülke: Sovyetler Birliği
Filmin Süresi: 163 Dakika
Oyuncular: Alisa Freyndlikh, Aleksandr Kaydanovskiy, Anatoliy Solonitsyn, Nikolay Grinko, Natasha Abramova, Faime Jurno, E. Kostin, R. Rendi, Sergei Yakovlev, Vladimir Zamanskiy

Saygılarımla
Eray Eliçora


2 Aralık 2013 Pazartesi

Andrei Rublev

   15. yüzyılda Tatarların saldırıları altında inleyen Rusya’dayız. Andrei Rublev hem bir keşiş hem de ikona ressamıdır. Barbarlık, şiddet ve kana kontrast olarak doğanın mucizevi güzelliği ve inanç Rublev’in beslendiği kaynaktır. Ne var ki bir köylü kızını tecavüzden kurtarmak için bir adamı öldürmek zorunda kaldığında hayatı ve Tanrı inancını yeniden sorgular. Yaratıcılık ateşinin, konuşmama ve resim yapmama yemini eden Rublev’in içinde yeniden yanmaya başlaması için toy bir delikanlının dev bir çan imal etmesini seyretmesi gerekecektir. Bu aslında sanatçı keşişin eserlerine gerçek renk ve hayatın da gelmesinin işaretidir…
Einsenstein’ın Korkunç İvan’ıyla birlikte geçen yüzyılın en önemli sinema yapıtlarından biri sayılan Andrei Rublev’in gün yüzü görmesi için uzun bir süre geçmesi gerekti. Dış dünyadaki romantiklerin sandığını aksine Sovyetler Birliği sadece resmi ideolojinin dümen suyundan çıkmayan sanatçıları baştacı ediyordu. Uzun yıllar engellenen, defalarca sansürlenen ve montajlanan film, 70′li yıllardan itibaren yavaş yavaş kendini uluslararası arenada göstermeye başladı…

Film hakkında Dücane Cündioğlu Yazısı:
Andrei Rublev (1966), tartışmasız Tarkovsky’nin opus magnumudur.
Bir şah-eser.
Sanata dair bir şah-eser.
Sanatın gereksindiği özgürlüğe dair.Yasaklanır bu yüzden.Henüz ikinci filmidir.Ne Stalker, ne Solaris, ne Nostalgia, ne Zerkalo, ne Offret…Bütün eserlerinin zirvesinde Andrei Rublev yer alır.
Tarkovsky’nin ufku her yeni adımında yukarılara yükselmez sanıldığı gibi, bilâkis adım adım aşağıya iner. Genişler. Ovaya yayılır.
Tohumun ağaca dönüşmesi gibi büyür içgörüleri. Ağaç tohumda saklıdır.
- “İnsanlara insan olduklarını daha çok hatırlatmalıyız” der Tarkovsky.
Sanat işbu duyarlılığın bir gerecidir.
Filmleri de insana insan olduğunu daha çok hatırlatmanın bir aracı
Filmin en önemli karakterlerinden biri de İvan Lapikov’un canlandırdığı Kirill.
Gerçekte Judas’ın ta kendisi. Yahuda’nın.Hasedin yiyip bitirdiği adam.Miloş Forman’ın ünlü yapıtı Amadeus’un (1984) baş karakteri Antonio Salieri’nin selefi.Aradaki fark, Kirill bir Rus gibi pişman olur. İtirafı da Rusçadır.
Salieri gibi istidad yoksunluğuna dayanamaz bir türlü. İstidadı, kabiliyeti olmadığı için sonunda bir hiç olacağına inanır. Tanrı’yla başı belâya girer. Adaletinden kuşkuya düşer çünkü.İstidada sahip olmak için önce inanması gerektiğini bilemez.
Kime? Neye?
Kendi dışında bir noktaya sadece. Dışında ve üstünde…
Andrei Rublev gibi.
O önce derviştir. Sanatın ilk koşulunun sanatçının özgürlüğü olduğuna inanır
Özgür ruhların işidir sanat. Tıpkı dervişlik gibi.Masumdur. Bir bebek kadar.Bu yüzden kirlendiğini hisseder her defasında. Günahlarını…

Saygılarımla
Eray Eliçora


1 Aralık 2013 Pazar

İvan'ın Çocukluğu

   12 yaşındaki Ivan’ın çocukluğu, annesi ve ablasının faşistler tarafından gözlerinin önünde öldürüldüğü gün biter. Ivan’ın babası da savaşta ölmüştür. Yetim kalan Ivan, orduya bağlı çalışan bir kurumda, yetenekli bir casus olarak görev yapmaya başlar…
Büyük Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’nin ilk uzun metrajlı filmidir. Sinema dünyasından büyük ilgiyle karşılanmıştır. Dünya çapında tüm eleştirmenleri, dünyada, savaş üzerine çekilmiş en güçlü dram filmi olduğu konusunda hem fikir olmuşlardır…

   Tüm ailesi savaşta öldürülmüş bu nedenle askeri okula gitmeyi reddederek kendiliğinden savaşa katılmış kimsesiz İvan’nın, yalnızca düşlerde kalan çocukluğu...İntikam amacıyla 12 yaşında erkenden olgunlaşmak zorunda kalıp, istihbaratçı göreviyle, savaşın bir parçası olmak...Mutluluk artık sadece geçmişte ve küçük İvan ona sadece düşlerde ulaşabiliyor. Savaş tüm insanı şeylerin üzerini örtmüştür, buna kayın ormanındaki aşk üçgeni bile dahildir. Ormanın gizemi ve labirentliği adeta sevgiyi de çıkmaza sokmuştur.8 kişiyiz... Hiçbirimiz 19 yaşından büyük değil... Bir saat içinde kurşuna dizileceğiz... İntikamımızı alın...Savaşı belki de İvan’ın karşılaştığı bu duvar yazısı, bildik savaş sahnelerinden daha iyi anlatıyor. Yine savaş gerçeğini iyi vurgulayan iki ölü beden üzerindeki ‘hoş geldiniz’ yazısı. Hele karısını alman askerlerin öldürdüğü ve hala çatısı olmadığı halde ocağı yanan evin kapısını kapatan aklını yitirmiş adam sahnesi...İşte gerçek savaş içinde yalnız kalınca, düşlerine geri dönüş yaparak savaş oyunu oynamak zorunda kalan İvan’ın hikayesi. Ailesi olmadığından ordudaki subayları aile edinen ve savaşın nasıl bir şey olduğunu onun akıbeti ile öğreneceğimiz bir Tarkovsky filmi. Tarkovsky nin bu ilk uzun metrajlı filmini, isterse renkli çekebilecekken siyah beyaz çekmiş ve bir savaşı bildik abartılı savaş efektleri, top sesleri, taarruzda ölen askerler vb kalıpları kullanmadan çekmiş... Tüm yağmur sahneleri etkileyici, tüm geri dönüş plan sekansları başarılı, ayrıca, ormandaki öpüşme sahnesi en etkileyici ve en ilginç sahnelerden birisi...İnanırım ki, Tarkovski çekiminde, kamerayı durdurup kadraj içindeki resme baktığınızda bile mükemmel bir fotoğraf görürsünüz. Tarkovsky hiç de bildik kahramanlık gösterisi şeklinde bitirmiyor filmin finalini. Gerçeğe ve savaşa yakın bir son bekliyor bizi...Belki de onun bu gerçekçiliği onu büyük kılan özellik. Savaş dramını gerçek cepheleriyle anlatan ve Tarkovsky sinemasına başlayabileceğiniz bir film. İzleyin...

Saygılarımla
Eray Eliçora


30 Kasım 2013 Cumartesi

Zamanda Yolculuk

   63 dakikalık bu belgeselde yönetmen Andrei Tarkovsky’nin Nostalghia filminin hazırlıkları için İtalya’da yaptığı yolculuklar incelenmektedir…
Tarkovsky’nin bu belgeselinde ünlü İtalyan senarist Tonino Guerra ile birlikte, çekmeyi planladığı ”Nostalgia” filmi için araştırma yapmak için İtalya gezisindeki gözlemleri anlatılmaktadır. Bu seyehatte Tarkovsky, filmdeki ana karakter olan 18. yüzyıl şairi gibi davranır. Bu süre zarfında Guerra, usta yönetmeni bir şair olarak yaptığı işi ve geçmişini yansıtmaya çalışmaktadır.
Sonuç ‘Nostalghia’, bir başyapıt olacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


29 Kasım 2013 Cuma

Katiller

   Film; restoranta gelen 2 müşterinin, öldürmek istedikleri adamı bulmak için yaptıklarını anlatarak, özgürlük olgusunu sorgular... Karakterlerin psikolojik çözümlemelerine ağırlık vererek ilerler ve düşünsel bir trajediyle son bulur…
Ernest Hemingway’ın öyküsünden sinemaya uyarlanan Ubiytsy, Andrei Tarkovky’nin VGIK’de iken çektiği kısa metrajlı filmi ve ilk yönetmenlik deneyimi. İki adet, kiralık katil, bir iş alırlar ve kurbanlarını öldürmek üzere yola çıkarlar geri gelip de kurbanlarını öldürmeye çalıştıklarında, kurban hiç itiraz etmez. Katiller: “Niye itiraz etmedi acaba” diye düşünerek olayı araştırmaya başladıklarında, ortalıkta milyon dolarların döndüğü, garip bir hikaye içinde bulurlar kendilerini…
Bu 19 dakikalık film 3 sahneye ayrılmıştır. İlk ve son sahneler kafede Tarkovsky tarafından yönetilmiştir. Ortadaki, Andresen’in odasındaki sahne, Gordon tarafından yönetilmiştir. Bütün bölümler öğrenci arkadaşları tarafından oynanmıştır. Gordon dükkan sahibini, Tarkovsky Amerika’nın sesi yayınlarını dinlerken öğrendiği “lullaby of birdland” şarkısını ıslıkla çalan müşteriyi oynamıştır…

   Tarkovsky, yönetmen sinemasının özelliğinin, zamanın şekillendirilmesi olduğunu dusunur. Bir heykeltıras nasıl icinde, ortaya cıkaracağı heykelin seklini hissederek mermer parcasından butun gereksiz parcaları yontup atıyorsa,sinema sanatcısı da dev boyutlu, ayrıntıları belirlenmemis yasamsal olgular butununden butun gereksiz seyleri ayıklayarak, geride yalnızca yapacağı filmin bir oğesi, sanatsal butunun değistirilemez bir anı olmasını istediği seyleri bırakır Tarkovsky’e gore, sinemada mizansen, gosterilen eylemlerin olabilirliğiyle, görüntulerin güzelliği ve derinliğiyle (ama icerdiği anlamı, resimlerle boğmamak kosuluyla) bizi sarsmak ve etkilemekle yükümlüdür. Her yerde olduğu gibi burada da anlatılmak istenenin üstüne basıla basıla acıklanması seyircinin hayal gucunu kısıtlamaktan baska bir ise yaramaz.Bu seyircinin önune etrafı cepecevre boslukla sarılı bir fikir yumağı cıkartmak demektir. Bu tur bir acıklamayla dusuncenin sınırları korunmus olmaz, aksine, o dusuncenin derinine inme yolları tıkanmıs olur. Burada butun sorumluluk yonetmendedir. Bir yonetmen, olgular butununun parcacıklarını secip aralarında bir iliski kurarken elinde nelerin bulunduğunu,nelerin bu parcacıkları kopmaz bir sekilde birbirine bağladığını cok iyi bilmelidir.Cunku sinema budur.
“Oteki turlu bir de bakarız, alısıldık tiyatro dramaturjisine,onceden belirlenmis kisiliklerden yola cıkan bir konuya dayalı yapıya saplanıp kalmısız. Oysa Sinema, istenilen buyuklukle ve uzunlukta ‘bir zaman parcasından olusan olguların seciminde ve birbiri arasında kuracağı bağlantıda ozgur olmalı”...

Saygılarımla
Eray Eliçora


28 Kasım 2013 Perşembe

Nostalji

   Tanınmış bir Rus şair olan Andrei, 18. yüzyılda yaşamış ve Bolonya’da eğitim görmüş memleketlisi müzisyen Sosnovsky’nin hayatını araştırmak için İtalya’ya gelir. Güzel İtalyan tercümanı eşliğinde Toskana’dayken mutsuz evliliğinin, karısının ve çocuklarının Rusya’daki hatırası onu avlar. Seyahati giderek içsel bir serüvene dönüşürken mistik bir aydınlanma, şairin yolunu aydınlatacaktır…

   Yaşamın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından eğer aşka sınır koyarsak insanın şekilsiz hale geleceğinden bahsettiğini söyler Tarkovsky. Nostalji ona göre bütün bir duygudur, yakınlarımızın yanında kendi ülkemizde bile nostalji duyabileceğimizi söyler.Bazen yalnızlıklar içinde kalabalık, kalabalıklar içinde yalnız olabiliriz. Ruhumuz kısıtlandığında kaçma isteği de bir çeşit nostaljidir. Yüreğimizdeki amansız acı, hayatın boşluğunda sallanan belirsizlik, gittiğimiz yollarda geriye bakıp anı yaşayamamaktır, birinin yerine başkasını koymak, düşündüklerimizi söyleyememek içimizdeki uhdedir, ormanlar içinde yürüyünce ciğerimize dolan havanın duygularımızı coşturması, henüz doğmamış bir çocuğa özlem duymak, tanışılmamış sevgilinin yitirilmiş hüzün yumağıdır, gözden akan yaşın henüz kurumadan yeni yeni özlemlere de kucak açabilmesidir, yaşama isteksizliği (intihar edimi) yaşamdan doyum alamamak, zirveye çıkamamaktır nostalji ya da ne bileyim tarifi imkansız bir duygunun böğrümüzdeki ağırlaşan ağrısıdır kim bilir?...

Saygılarımla
Eray Eliçora


27 Kasım 2013 Çarşamba

Ayna

   Andrei Tarkovsky’nin en kişisel filmi.
Zaman kavramının tamamen yitirildiği şiirsel bir dille ölmekte olan bir adamın ikinci dünya savaşı sırasında çocukluğu, ergenlik dönemi ve annesiyle babasının boşanması sırasında yaşadığı travmanın Rusya’nın tarihi ve toplumunun evrimi fonunda verildiği bir başyapıt…
Filmin Analizi:
Zaman içinde zaman, mekan içinde mekan!! Geçmiş ve şimdi, ya gelecek! Nedir gelecek? Savaş-Yıkık yürekler, zafer-hakimiyet zannı, zaman-göreceli esneklik, mekan-zahiri değişken. Yansıma; ayna (algısal görüş), tetikse sözde konjonktür…
Sebep;
külliyetin nekaisi dahilinde tahayyül edilen, filvaki homojen olan, lakin zerre kıymetsizliğindeki nüansların algılarca heterojenlikle yaftalanması…
Sonuç;
Kısıtlanan, çürüyen, toprak olan, yok olan canlar-cananlar-hisler-fikirler-umutlar-dilekler. Sahneye ramptan kesik ve keskin, kimi zaman da flu bakışlar eşliğinde düşsel ve de gerçek olan olaylara yüklenen anlam, ateşin sıcağa / felakete, suyun soğuğa / hastalığa sebebiyetini korku ile körükleme / kendine yontma, hükmetme güdüsü…Esasında nisabında olması halinde kötü zannedilenin iyi de olabileceğinin / olduğunun derk edilmesi. Ateş-enerji-sağlık, su-bereket-yaşam! Totaliter hakimiyetin baskınlığı karşısında şahsi nazardan yaşanan badirelerin etkisine maruz kalan bir neslin, birkaç neslin, topyekün buhrana sürüklenmesi…Etki alanındaki empati sağanağının perde üzerindeki yakamozvari devingenliği…Gülmek için bir başkasının ağlaması mı gerekiyor? Öyle ya da böyle hepimiz ağlıyoruz, bazen dışa vurup farkına varabiliyoruz, bazense akıntıya kapılmış bir çöp payesinde kirlenmeye katkıda bulunarak heba ediyoruz bu cenneti ve içerisinde yaşanması gereken güzellikleri. Düşlerimiz dahi yönlendirilmiş / yönünü kaybetmiş. Döktü(rdü)ğümüz göz yaşlarının bataklığa çevirdiği verimli ve cömert fikirlerden müteşekkil saf duyguların bulanması ile saplanıyor / gark oluyoruz fani faniliğe, zorunlu veya gönüllü kes(tir)ilen biletle, beraberce ve de en ön sıradan izliyoruz biçare mütecavizliğimizi. İnşa etmek bir ömür, parçalamak dakikalar…Yıkımların nedeni haslet mi, yoksa yetkinlikten geldiğini düşündüğümüz meziyet zannı mı? O zaman bu yokoluş ne için? Koca bir hiç için, koskoca bir hiç olma çabasından başka…

   Eğer düşünmek, sadece yönetmenle beraber, tüm ön yargılarımızı bırakarak düşünmek istiyorsak Tarkovski’nin düşler dünyasına girebiliriz, yok eğer patlamış mısır eşliğinde ‘hoş zaman’ geçirmek derdindeyseniz, zamanınızı harcamayın. Bir beyin ki şair bir babanın oğlu, bir beyin ki filmleri bizzat kendinin yetiştiren Sovyetler’de bile yasaklanıyor. Yıkılmak üzere olan evliliğini kurtarmaya çalışan bir adamın çocukluk anılarını kullandığı sert dönüşler ve düşşel sekanslarla anlattığı bu filmi için ‘Mühürlenmiş zaman’ kitabında şöyle diyor : ‘Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, “Aslında her şey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini affettirmek ister” dedi. Bu basit kadın her şeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. “Ayna” bu anlamda biraz da Rusların hikayesidir. Pişmanlıklarının hikayesi. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbir şey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.’ Filmlerinin anlaşılmaz olduğu yönündeki eleştirilere şöyle demiş Tarkovski : “Bence çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. ‘Tüketicilere’ göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhî varlık olarak kendisinin şuuruna varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor. ‘Bir film yapmanın, bir kitab yazmanın tüm kurallarını, genelgeçer tüm metodlarını bir kenara bırakabilseydik ne kadar harika şeyler yapabilirdik. Gözlemlemeyi unuttuk. Gözlemlemek yerine her şeyi kalıplara uydurmaya çalışıyoruz’” İyi de bu adamın filmlerinden nasıl zevk alacağız? Neden bir Western tadı yok, neden mutlu sonla bitmiyor, kadınlar neden soyunup, planlar yaparak erkeği avlamıyor, neden sürpriz finallere ağzımız açık kalmıyor? Bence zevklerimiz ve beğeni krtiterlerimizin HOLLYWOOD endüstrisi tarafından bir çok parametresi belirlenmiş. Yoksa Tarkovski için yine dünya büyüğü yönetmen İNGMAR BERGMAN şöyle demezdi : ‘“Tarkovski, sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Düşvarî mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki? Düşlerini, tüm haberleşme araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir o. Ben tüm hayatım boyunca, onun büyük bir tabiilikle dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim”.

Saygılarımla
Eray Eliçora


26 Kasım 2013 Salı

Silindir Ve Keman

   Film bir işçiyle kemana yeteneği olan bir çocuk arasındaki ilişkiyi anlatır. Tarkovsky’nin Ivan’ın Çocukluğu Ivan’ın Çocukluğu’nda doruk noktasına çıkacak olan alışılmadık kamera açıları ve karmaşık kurgusu bu filmde de açıkça görülür. Ülke dışında film ilk defa 1962′de ABD’de gösterilmiştir…

   Akıl ve kol gücünün yürek gücünde nasıl buluştuğunu gördük. İşçi ve çocuğun her ikisi de hem çocuk hem yetişkindi, birbirlerini karakter açısından tamamlıyorlardı. Aralarındaki o ilişkinin kimyasını Tarkovsky çok güzel seyirciye geçiriyor. Çocuğun haksızlığa tahammül edemeyişi ve diğerkamlığı göz yaşartıcıydı. İşçi Sergei’in çocuğun başka bir çocuğu takip etmesine izin verdiği sahne de çok güzeldi. Bakışlarıyla çok şey anlatıyordu, Fransız şansonları söylese karizmasına yakışırdı o derece…Ufaklığın yakışıklılığına da katılıyorum,ruhunun güzelliği ve doğallığı olağanüstüydü. Çocuğun büyüsü, dostluğun büyüsü, sinemanın büyüsü, kameranın şiirsel açılarının büyüsü ve daha da önemlisi Tarkovsky’nin büyüsü…Minik bir mücevher gibi parlayan bir film. O sınıfsal ayrımı çok incelikli bir biçimde yansıtmış Tarkovsky katılıyorum, çocuğun ruhunun asaleti ise çok esere konu olacak cinstendi.

Saygılarımla
Eray Eliçora


25 Kasım 2013 Pazartesi

Solaris


   Solaris, uzayda kaybolmuş insanlardan söz eder.Bu insanlar zorunlu olarak yeni bir bilgi edinmek zorunda kalırlar.İnsana adeta dışarıdan dayatılan bu bilgiye ulaşma gayreti kendince oldukça dramatiktir, çünkü huzursuzluk ve mahrumiyet, acı ve hayal kırıklığı eşliğinde gelişir her şey: Son gerçeğe varmak imkansızdır.Buna ek olarak, insana bir de vicdan verilmiştir.İnsan, davranışlarında ahlak yasalarıyla çelişkiye düştüğü an vicdanın eziyeti başlar.Buna göre vicdanın olması da bir anlamda trajik bir olaydır.
Yaşayan dev bir zihin olan sularla kaplı Solaris gezegeni. Dünyadan bu gezegene gelen insanların bilincinde ve bilinçaltında oyunlar oynayarak hafızalarında kalmış olayları maddeleştirmektedir. Bu tuhaf gezegeni araştırmak için kurulmuş üsse, açıklanamaz bir şekilde ölen meslektaşının yerini almak üzere gönderilen filmin kahramanı, gezegenin esrarına cezbolurken, kendi geçmişinin hayalleri ile de yüzleşmek zorunda kalacaktır…
İnsanlık kurtuluşunu utancında bulacak! ” Bilim mi? Saçmalık… Bu durumda vasatlık ve deha eşit derecede yararsız. Uzayı keşfetmeye ilgimiz yok. Sadece dünyayı uzayın sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Başka dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Aynaya ihtiyacımız var sadece. Bir temas olsun diye debeleniyoruz ama asla olmayacak. Aptal bir çıkmazdayız çünkü aslında hem ihtiyaç duymadığımız, hem de korktuğumuz bir hedefe ulaşmaya çalışıyoruz. İnsan sadece insana ihtiyaç duyar. ” İnsandan uzaklaşmış bilimkurgunun içinde yine insanı arayan Tarkovsky…

   Tarkovsky bilimkurgu türüne yakınlık duyan bir yönetmen değildir…Göreceğiniz gibi uzay gemileri,istasyonlar,uzay yolculuğu tamamen simgesel olarak belirtilmektedir...Hatta kendisi bunu bile gereksiz ve fazla bulmuştur.Onun asıl meselesi Lem’in romanında ortaya konan temel sorunsalı irdelemek olmuş ve bunu da tartışılabilir bir dozda başarmıştır…Bu sorunsal nedir ? “Solaris’teki problem, insanın, kendi kaderinin sınırları içinde insan olarak kalabilmek için karsılaştığı güçlüklerle mücadele yolunda
inançların ve ahlaki dönüşümün üstesinden gelme problemidir. Yani Tarkovsky’nin buradaki amacı insanın kendi kaderinin sınırları içinde maruz kaldığı her güçlüğe rağmen insan olarak kalabilmek adına verdiği mücadeleyi göstermektir.”
Tarlovsky’e göre Filmlerinin üç kahramanı Ivan (Ivan’ın Çocukluğu), Roublev (Andrei Roublev) ve Kris (Solaris) arasında net bir bağlantı vardır. Çünkü bu üç filmdeki üç karakter kritik bir ikilem içinde analiz edilir; ya ölüyorlar ya da inançlarını bırakıyorlar. Ya da basitçe pes ediyorlar. Tarkovsky, bütün bu kahramanları birbirine yaklastıran öğenin, insanın kaçınılmaz olarak bir tercih yapmakla karsı karsıya kalacağı umutsuz bir duruma ya da bir çıkmaza sürüklenmesi eğilimi olduğunu söyler. Tarkovsky kendi adına kahramanlarının, bunun bir insan için ne kadar zor olduğunu anlattıklarını belirtir. Bu kahramanlar aracılığıyla Tarkovsky konuşur. Tarkovsky’nin kahramanları, insan olmanın ne kadar zor olduğunu anlatır.
İnsanın inançlarına sadık kalması zordur: “Ivan bırakıyor, çocukluğu geçip gitsin, faşizme karşı mücadele etmek için çocukluğundan vazgeçiyor ve bir yetişkin oluyor. Roublev çektiği çilede yalnızca güç değil, anlam da buluyor ve böylece davranışları hakkında bir perspektif ediniyor. Solaris’te insanlık dışı kosullara bırakılan Kris, insanlığını koruyor. Çünkü o uzay istasyonundaki insanların çözmeleri gereken tek bir sorun var: O da nasıl insan kalacakları.”
Tarkovsky’e göre, kahramanların üçü de inançlarından vazgeçmiyor, kendilerine sadık kalıyorlar. Olacak seylere rağmen bireysellikleri
ni koruyorlar.Bu anlamda bu üç kahraman bir bütün oluşturuyor”.
Felsefe kelimesini kullanırken ne denli ürktüğümü yazılarımı okuyanlar gülümseyerek anlayacaklardır.Ancak işte bu filme ancak bu tanımlama yaraşır…”Felsefenin Ruhu ya da Ruhun Felsefesi”…İzlemeden ölmeyin…Ya da ölmeden izleyin…

Saygılarımla
Eray Eliçora


24 Kasım 2013 Pazar

"Kurban" İle "Andrei Tarkovsky" Sinemasına Giriş

   Dünyanın en önemli yönetmenlerinden birinin imzasını taşıyan bir başyapıt. Şüphesiz hikayesini ve ne kadar güçlü olduğunu kısa satırlara sığdırmak çok mümkün değil. Her ne kadar yönetmenin son filmi olsa da, Tarkovsky sinemasına ait her şeyi bulabileceğiniz felsefi bir deneyim…
Gazeteci, aktör ve filozof Alexander’ın doğum günü, ailenin büyük buluşmasına ön ayak olur. Günü küçük oğluna modern yaşam ve maneviyat üzerine konuşmalar yaparak geçiren adam, akşam saatlerinde nükleer savaşın başlamasıyla ciddi bir hesaplaşmaya girişir…

   Kurban’da, İngmar Bergman ın devamlı çalıştığı görüntü yönetmeni Sven Nykvist i ve yine Bergman ın aktörü Erland Jozepson beraberce görüyoruz.Bu birleşme ile Bergmanvari bir film ortaya koyuyor efsanevi film yönetmeni Tarkovski. Bach müziği ve Leonardo tablosu da filmde mükemmel duruyor. Tarkovski bu son filmini çekmeden önce akciğer kanseri olduğunu biliyordu. Bu nedenle ölüm teması sarıp sarmalamıştır filmi, hatta oğula vasiyet bile çıkmıştır filmden. Tarkovski filme ciddi bir modernite eleştirisi ile başlıyor: “Teknik ilerleme” dediğimiz şeyin bize getirdiği tek şey konfor oldu. bir tür hayat standardı. ve bir de gücü korumak için gereken şiddet araçları. vahşiler gibiyiz! mikroskobu, cop gibi kullanıyoruz. hayır, yanlış. vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor! önemli bilimsel bir buluş mu yaptık onu hemen kötülüğe alet ederiz. hayat standardına gelince, bir zamanlar bilge bir kişi gerekli olmayan şey günahtır demişti. ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulmuş demektir. korkunç bir uyumsuzluk edindik. maddi ve manevi gelişmemiz arasında bir dengesizlik söz konusu. kültürümüz bozuk. yani uygarlığımız. temelde bir bozukluk var, oğlum. belki de sen sorunu birlikte irdelememizi ve çözüm bulmamızı önerirsin. geç olmadan bunu yapmalıyız. geç olmadan. ‘ Evet insan kendi yarattığı teknoloji nin ve nükleer silahların kurbanıdır. Ölüm korkusu, varoluş sorunu ve insanın kendine yabancılaşması masaya yatırılır;ve sonuçlar da umutsuz olmasa da karamsardır. Kimsenin kazanamayacağı ve dünyanın tüm canlılarla beraber yok olacağı nükleer savaş yani tüm insanlığın ölümü karşısında, tanrıdan dilenen af karşılığında kurban verilecektir. Aleksander evinin arabasını hatta ailesini kısaca tüm dünyevi bağlarını bu söz üzerine kurban eder. Varoluşsal sorgulamalar ve çözümleri hakim filme. İnsanlar gri bir zeminde kaçışmalarla aslında modern toplumun bunaltıcılığından özgürlüğe kaçamaya çalışıyor. Birçok metaforik imge ile Tarkovski aslında kendi varoluşumuzu sorgulamanın pencerelerini açıyor. Düzenlenen bahçenin daha kötü olması, bir şeyin doğal çekirdek özünün korunması gereğine işaret ediyor. Maria aşkı ve sevişen çiftin yerden yükselmesi gerçek aşkın aranması değil mi? Yerdeki çamur üzerinde sürekli giden kamera ve bitmeyen çamur; yani dünyamız..Lenardo da vinci nin üç kralın tapınışı tablosu nasıl derinse bu aşk ve oğluna duyulan sevgi de aynı nispette derindir. ‘Başlangıçta söz vardı’ bu İncil göndermesiyle tanrının olmaması ve ona ihtiyacın olması arasındaki salınımda gezer Tarkovski..Hiç konuşturmadığı oğluna adanmış bu film bizi kendi içimize hapsediyor. Ölmeden önce adeta son sözlerini söylüyor. Bilirsiniz bazı filmler eğlenmek için, kalbimize hitap eden bazı filmler hissetmek, aklımıza hitap eden bazıları düşünmek için..İşte kurban hem hissetmek hem düşünmek için...

Saygılarımla
Eray Eliçora



23 Kasım 2013 Cumartesi

Aleksandra

    Alexander Sokurov’un bu son uzun metrajlı filmi savaşı ve arkadaşlığı, bombalar ve vahşet olmadan anlatıyor. Film, subay torununu görmek için Çeçenistan’daki Rus askeri üssüne gelen Alexandra adlı yaşlı bir kadını izliyor. Bu buluşma kadınla torununun yedi yıl sonra ilk görüşmeleri olacaktır. Alexandra burada birkaç gün geçirdikten ve yerel halkın hakaretlerine maruz kaldıktan sonra, küçük bir dükkân işleten Malika’yla arkadaş olur. “Erkekler düşman olabilir ama biz kardeşiz” der Malika…
Başrolünde seksen yaşındaki opera sanatçısı Galina Vishnevskaya’nın oynadığı Alexandra, Ruslar ve Çeçenler arasındaki ilişkilere değil, iyiliğin ve kötülüğün doğasına dair incelikli bir keşif yolculuğu…

Saygılarımla
Eray Eliçora


22 Kasım 2013 Cuma

Boğa

   1923 yılında, yeni kurulmuş SSCB’deyiz. Devletin kurucusu Lenin, elli bir yaşında bir kalp krizinin nekahat dönemindedir. Lenin, sağlığının bozulmasından sonra tam bir mahpus gibi yaşamaya başlar.
Sokurov, “ Moloch ”taki Adolf Hitler karakter incelemesinin ardından, ona eşlik eden ve bir üçlemenin ikinci filmi olan “ Boğa ”da, Vladimir İlyiç Lenin’in hastalık günlerini anlatıyor.

   Sokurov yine yapmış yapacağını… O derin portre çalışmalarından birini kendine has bir görsellik ve atmosferle vermiş. Güçlü bir adamın son günlerini izlerken sadece hastalığın değil umutsuzluğun kokusunu da alıyorsunuz..Sokurov, Lenin’in kendisiyle hesaplaşmaları, güçten düşüşü,,duygusal iniş-çıkışları ve sayıklamalarını nabzını elimizde tutarmışçasına aktarıyor. Bazı sayıklamalarının ardında ise dolu bir küpün taşmasının izlerini görüyoruz.

Saygılarımla
Eray Eliçora


21 Kasım 2013 Perşembe

Moloch

     Rus sinemasının Tarkovski’den bu yana yetiştirdiği en önemli sinemacılardan biri kabul edilen Alexandr Sokurov, 1999 tarihli filmi “Moloch”da Adolf Hitler ile ona karşı durmaya cesaret edebilen tek kişi olan Eva Braun’un ilişkisini anlatıyor. Sokurov’un St. Petersburglu tiyatro oyuncularıyla çektiği film daha sonra Berlinli oyuncular tarafından Almanca seslendirildi. Yer yer ağırlaşan bir dil tutturan film, Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazanmıştı…

Saygılarımla
Eray Eliçora


20 Kasım 2013 Çarşamba

The Sun

   Güneş, ünlü yönetmen Sokurov’un Hitler üzerine çektiği Moloch ve Lenin üzerine çektiği Taurus adlı filmlerinden sonra, bu cesur serinin üçüncü ve son halkasıdır. Japon İmparator Hirohito’yu konu alan film, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika kuşatmasında olan Japonya’nın, müttefik kuvvetlere teslimi ile sonuçlanan süreci ele almaktadır. Bu kısacık zaman diliminde ne olmuştur da Hirohito tanrısal konumundan vazgeçerek, müttefiklerine teslim olma kararı almıştır? Japonya’da İmparator rolünü oynamak bir tabu olduğu için, Sokurov uzun süre filminde bu rolü oynayan oyuncusunun ismini saklamıştır…

   Sokurov’dan derin bir karakter çalışması… İmparator Hirohito’nun tanrısallıktan dünyevi ve sıradan olana geçişini, düşünce dünyasının ve davranışlarının evrilmesini iyi bir gözlemcilikle vermiş. Hirohito’nun akvaryumdaki balığın gökyüzünden ölüm (atom bombası) yağdıran uçaklara dönüşümüne ilişkin gördüğü ”imge” sinema tarihine geçecek kadar orijinal …. Yine tablo gibi planlar ve konuya uygun renkler (kirli yeşil, toprak rengi, gri, kahve ve bejin tonları) Sokurov detaycılığının bildiğimiz ve izlemeye doyamadığımız özelliklerinden. Hirohito, kendisine yüklenen sıfat ve yetiştirilme şekli nedeniyle dünyadan uzak bir karakterken trajik bir varoluşu da imliyor. Sokurov, büyük ve yargılayıcı sözlere başvurmadan bir insanın zihin dünyasını gayet güzel aktarıyor. Hirohito’nun sığınakta geçirdiği anlar da onun bilinçaltına açılmış bir dehliz etkisi yaratıyor. Yardımcılarının savaşın gidişatıyla ilgili bir türlü gerçeği söyleyemedikleri sahnede Hirohito’nun aslında hakikati bilmesi ama bunu onlara söyleyememesi de dikkat çekici. Doruk noktasına ulaşan birkaç özel ve güzel sahne daha var. Özellikle sonlara doğru…

Saygılarımla
Eray Eliçora



19 Kasım 2013 Salı

Faust

   Efsanevi bir klasiğin etkileyici yorumu olan Altın Ayı ödüllü Faust, usta Rus yönetmen Sokurov’un “gücün yozlaşması”nı inceleyen dizisinin Moloch, Boğa ve Güneş’i takip eden son filmi. Goethe’nin bilginin arayışı hakkındaki trajedisinden esinlenen Faust 19. yüzyılda geçiyor ve yapıta adını veren, ruhunu şeytana satan kahramanını izliyor. O bir düşünürdür, fikirlerin sözcüsü, haberleri yayan kişidir; entrikacıdır, hayalperesttir. Açlık, açgözlülük, şehvet gibi temel güdülerin yönlendirdiği adsız bir adamdır. Goethe’nin Faust’una meydan okuyan mutsuz, peşine düşülmüş bir varlıktır…
   İlerlemek mümkünse neden olduğun yerde durasın ki?

   Sokurov’un filmografisinde tarzıyla daha ortalama bir yer tutan bu film, yönetmenin her çektiğini merak edenlerin izleyebileceği değerde yine de… Faust’un diğer versiyonlarıyla kıyaslamak yerine Sokurov izlemenin tadını çıkartmak gerekli. Yalnız Faust’un şeytanla anlaşmayı imzaladığı son kısmı da filmin genel havasından ayrı bir yere sahip. Güç ve etkileyiciliğin karşısında tabiat ve ruhun kadrini vurgulayan ve ”şeytana pabucunu ters giydiren” sahneler seyirciyi çarpıyor. Film bu son sahnelerdeki hissiyat ve akılla çekilseymiş başka bir cazibesi olurmuş. Pitoresk planlar ise filmin bütününde çok güçlü. Sokurov’un resimle ilişkisi heyecan veriyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


18 Kasım 2013 Pazartesi

Fısıldayan Sayfalar

    Uzun planları ve ruhani konulara eğilimiyle Sokurov, gerçekten de bazılarının dediği gibi Tarkovski’nin izinden gidiyor. ”Suç ve ceza”nın peşinden seyirciyi öyle bir sürüklüyor ki o karabasansı görüntülerin bile ayrı bir cazibesi var. Caravaggio tablolarını ve bir o kadar da ”camera obscura” ile çekilen fotoğrafları andıran görüntüleriyle ruhun çektiği ıstırapları ve varoluş-inanç krizini çok iyi ”betim”liyor. Başka bir yönetmenin elinde şekilci kalacak böylesi arayışlar Sokurov’da kendine has bir dil oluşturuyor. Ruhun ve eşyanın (buradaki mekandır) tabiatını biçim ve özü birbiriyle yoğurarak veriyor. Sokurov’un seyircide yarattığı en büyük tortu anlatığı kara-şiirin film bittikten sonra da devam etmesi gibi geliyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


17 Kasım 2013 Pazar

Russian Ark İle Aleksandr Sokurov Sinemasına Giriş

  “Sonsuza dek yolculuk bizim kaderimiz. Sonsuza dek yaşamak…”
Rusya’nın 19. ve 20. yüzyıl tarihinin hikâyesi.
“Alexandra”, “Mat i syn” ve “Otets i syn” gibi başyapıtların yönetmeni Aleksandr Sokurov’dan çok cüretkâr ve en az cüretkârlığı kadar başarılı ve sadece hayal etmesi bile nefes kesen bir film. “Gözlerimi açıyorum ve hiçbir şey görmüyorum” sözleri ile başlayan film, bu sözlerin tam aksine çok şey görüyor ve gösteriyor, ve hem sanatsal hem teknik becerinin buluştuğu bir sinemanın neler başarabileceğine parlak bir örnek oluşturuyor.

  Sokurov’un bu kesintisiz ”one shot” çekimi, havada süzülürmüş gibi bir etki yapan kamerasıyla gerçekten (mecazen değil fiziki anlamda) baş döndürüyor. 3. denemede böyle zorlu ve deli bir çekimi başarması da takdire şayan. Bir ulusun belli bir döneme ait sanatsal zevkleri ve tarihini verirken, resimle olan o tutkulu ilişkisi bu sefer doğrudan filme dahil oluyor. Rusların ulusal karakterleri, doğu ile batı arasına sıkışmışlıkları (ki bu onları da bizim gibi egzantrik ve çelişkili ama bir o kadar da zengin ve heyecan verici kılıyor) ve tarihleri üzerine küçük saptamalar var. ”One shot” çekim one shot atmış kadar kafayı hafiften çakırkeyif! yapıyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


15 Kasım 2013 Cuma

Budala

    Dostoyevski’nin romanı Budala’yı okuyanlar bilirler, Lev Nikolayevic Mışkin’i, Dostoyevski’nin tamamen iyi bir insanı yazmak isteğiyle başladığı romanının hepimize tekme tokat saldırarak bizleri nasıl sersemlettiğini. Mışkin’in nasıl çevresindekilerce alaya alındığını, nasıl aşka düştüğünü ve cayır cayır yandığını. İşte Dostoyevski’nin Budala’sını beyazperdeye yansıtan Akira Kurosawa, Mışkin’i gözlerimizin önüne koyuvermiş 1951yılında. Filmin, kitaba göre göre birkaç farklılığı olduğunu görüyoruz; örneğin film Rusya’da geçmiyor, o Petersburg atmosferi yok, onun haricinde kitapta öyle olmadığı halde filme genel olarak soğuk hava, kar kış hakim, ki bu da Kurosawa’nın sevdiği şeylerden…

    Dostoyevski’nin Budala isimli eserinin sinemaya uyarlanmış Akira Kurosawa yorumu olan bu film, ilk çekildiği versiyonu aslında 270 dakikadır. Fakat Filmin yapımcıları Kurosawa’dan filmi kısaltmasını istemiş, Kurosawa da yapıtını indire indire ancak 170 dakikaya indirebilmiş…

Saygılarımla
Eray Eliçora



14 Kasım 2013 Perşembe

Madadayo

       Japon sinemasının uluslar arası alanda en çok tanınan ustası Akira Kurosawa, bu son çekmiş olduğu filminde, öğrencileriyle kurduğu yakın ilişkiyle ünlenen, profesör ve yazar Uchida Hyakken’in yaşamını ve çalışmalarını ele alıyor…
Filmdeki öğretmen her yıl doğum gününü eski oğrencileri ile kutlar. Bu kutlamalar sırasında bir gelenek olarak öğrenciler hep birden “mahda kai?” (“hazır misin?” — ölmeye hazır mısın anlamında) diye bağırırlar, o da “madadayo!” (henüz değilim!) diye cevap verir…
Adam bir kedinin peşinde melankoliden melankoliye koşarken anlıyorsunuz o kadar insanın hocalarını neden bu kadar çok sevdiğini. Yaşlanan bir insanın içindeki çocuğun yaşlanmaya hazır olmadığı sürece yaşlanmayacağını, sevgi ve vefanın nasıl bir şey olduğunu anlatan film…
       Dolls’da bir sahnede uzun uzun duyarız bu sözü.Takeshi Kitano’nun Akira Kurosawa’ya bir selamıdır o sahne…

Saygılarımla
Eray Eliçora


13 Kasım 2013 Çarşamba

Yüksek Ve Alçak

    Gondo ticari hayatında çok önemli bir noktada olan yöneticidir. Hırslı ve gözü açıktır. Yıllarca biriktirdiği parası ve ipotek ettiği mallarıyla 50 milyon toplamayı başarmıştır. Bu parayla şirkette ki en büyük hissedar olmayı planlamaktadır. Bir gün çocuğunun kaçırıldığını öğrenir ve bütün planları altüst olur. Çünkü istenen fidye miktarı da çok önemli bir iş anlaşması için ayırmış olduğu paraya eşittir. Gondo fidyeyi ödemeye hazırdır, ta ki fidyecilerin hatalarını fark edene kadar. Çocuğu kaçıranlar yanlışlıkla şoförünün oğlunu kaçırmışlardır. Şimdi Gondo, şoförünün çocuğunun da kurtarılmayı kendi oğlu kadar hak edip etmediği kararını verme noktasındadır…
    Film sadece polisiye film değil aynı zamanda filme adını veren durumun insan psikolojisi üzerinde ki etkisi üzerine de insanı düşündüren başarılı bir yapım…

    Kurosawa hayatı boynca yalnızca polisiye bile çekse yine de sinema tarihinde önemli bir yere sahip olurmuş. Savaşlı, samuraylı filmlerinin western yönetmenlerine dahi ilham verdiği bilinir. Polisiyede de tutturduğu ton, sağlam diyaloglar ve karakterlerin birbirine tepkisi ilgiyi ayakta tutuyor. Hiçbir karakterini es geçmemiş. Suçun takibini yaparken sosyolojik geri planını ve bay Gondo’nun ahlaki gelgitini iyi vermiş. Filmin adı gibi yücelikler ve adilikler bir arada. Ama fidyecinin sinik karakterinde görüyoruz ki ‘yüksek ve alçak’ tepedeki evin yarattığı ihtişam babında ezilenler katında bir metafor.

Saygılarımla
Eray Eliçora



12 Kasım 2013 Salı

En Güzel

   Usta yönetmen Akira Kurosawa’nın ikinci filmi olan Ichiban Utsukushiku, 2. Dünya savaşı sırasında hassas optik cihazlar üreten bir fabrikada çalışan kadın işçilerin dramını anlatmaktadır.
2. dünya savaşı sırasında optik cihazlar üreten bir fabrika, işçilerden ekstra bir çaba içerisine girmelerini ve 4 ay içerisinde verimi arttırmalarını istemiştir. Belirtilen hedef şu anki üretimin, erkekler için %100, kadınlar için ise %70 üzerine çıkmaktır. Kadın işçiler kotayı tamamlayabilmek için kendi kişisel sorunlarının yanında hastalıklarla da mücadele etmek zorunda kalırlar…

Akira Kurosawa film hakkında şu sözleri sarf etmiştir:
   Her şeye karşın bu film çekilirken büyük güçlüklerle karşılaşmıştık. Bunlar benden ve ekibimden çok, bir daha böyle bir olay yaşamayacak olan genç aktrisleri etkilemişti. Bu filmde oynamanın yarattığı gerginlik yüzünden mi yoksa başka sebeplerden mi tam bilemiyorum ama filmin çekimi tamamlandıktan sonra bu filmde oynayan aktrislerin hepsi mesleklerini bırakarak evlendiler. Bunların arasında gerçekten çok yetenekli ve benim ilerisi adına umutlu olduğum kişiler de bulunduğu için sevineyim mi yoksa üzüleyim mi bilemedim. Fakat hiçbir zaman benim sert tutumum yüzünden kariyerlerini bıraktıklarına inanmak istemedim…

   Daha sonra karşılaştıklarıma sorduğumda, sinemayı bırakmalarının benim davranışlarımla bir ilgisi olmadığını belirttiler. Aslında o filmde oynamaları onlara tekrar normal insan davranışlarına dönebilmelerini sağladığı ve bu yüzden sinema dünyasının yarattığı yapaylıklardan arınarak normal kadınlar gibi hayatlarını sürdürmeyi yeğlediklerini açıkladılar. Fakat bu ifadelerine karşın beni üzmemek için gerçeği gizlediklerini sanıyorum. Başka sebepleri olsa bile istediğim zor koşullar içinde çalışmalarının meslek hayatlarını bırakma kararlarında önemli bir etken olduğuna eminim…

   Filmin çekimi sırasında, koşulların yeterli olmamasına karşın ellerinden gelenin ötesinde bir çaba gösterdiler. ”Ichiban Utsukushiku” çok iddialı bir film değildi ama benim gözümde en değerli filmimdir…

Saygılarımla
Eray Eliçora