31 Ekim 2013 Perşembe

Ahmaklar Barış İçinde Uyuyor

    Kin dolu genç, babasının intiharının arkasında yatanları araştırmak için yozlaşmış bir fabrika yöneticisinin kızıyla evlenir. Film kısaca Japonyadaki devlet dairelerinde meydana gelen rüşvet olayları ve bunun sonucunda babasını kaybeden Sai adlı gencin iyi planlanmış intikamını anlatıyor…
Kurosawa’nın o günlerde Japonya’yı silip süpüren devlet ve özel sektör içindeki bariz yozlaşmaya karşı bas bas bağırdığı güçlü bir drama. Filmin Hamlet’ten esinlenen, devlet tarafından ölüme sürüklenen babasının intikamını almak için ant içen trajik bir figürün etrafında oluşan hikaye, ne yazık ki bizimki de dahil olmak üzere her ülke hakkında çekimi çekimine yeniden çevrilebilir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


30 Ekim 2013 Çarşamba

Yedi Samuray

   Usta Samurai Kambei’nin cesareti ve fedakarlığına şahit olan bir grup köylü ondan sürekli olarak haydutların baskınlarına uğrayan köylerini korumasını isterler. Kambei bu isteği herhangi bir çıkarı olmamasına rağmen kabul eder ve ilk olarak kısa süre sonra müridi olan genç samurai Katsushiro’yu, ardından da güç kullanmaya meraklı bir samurai olarak görünen, fakat sonradan bir çiftçinin oğlu olduğu ortaya çıkan Kikuchiyo’yu yanına alır…Takımına dört yeni samurai daha ekleyerek köyü savunmaya girişen Kambei köylüler tarafından sevinçle karşılanır ve herkesin sevgisini kazanır; bir süre sonra onlara kendilerini savunmayı öğretmeye başlar. Bu arada haydutlar köyün sınırlarında dolaşmakta ve yeni saldırıları için uygun bir zaman kollamaktadırlar…

   Akira Kurosawa’nın kariyerinin doruk noktası olarak görülen Yedi Samuray üç saati geçen uzunluğuna rağmen özellikle zamanında kaliteli örneklerine rastlamanın zor olduğu savaş ve “aksiyon” sahneleri en dikkatsiz seyircinin bile ilgisini ayakta tutacak pek çok detay içerirken bir yandan da anlattığı hikayenin bütünlüğünden ve sinematografik kaliteden ödün vermeyen bir başyapıt…

Saygılarımla
Eray Eliçora


29 Ekim 2013 Salı

Kanlı Taht İle Sinemanın İmparatoru Akira Kurusawa Sinemasına Giriş

      Akira Kurosawa’nın “Macbeth”i ortaçağ feodal Japonyasına uyarlanmıştır. Sonuçta ortaya esas adı “Kumonosu Jo” olan, Throne Of Blood isimli başyapıt çıkar. İmparatorluk-Derebeylik içindeki hırs mücadelesini işleyen film daha sonra çektiği “Ran” ile büyük benzerlikler taşıyor. Kurosawa’nın karakter çizme ve onları yansıtmadaki başarısını göz önüne alırsak, bu film için Polanski’nin “Macbeth”inden sonra gelebilecek en iyi uyarlama diyebiliriz. Japon folkloru ile Shakespeare’i kaynaştıran Kurosawa, İskoçyadaki cadı inancının dışına çıkarak filmde kötü orman ruhlarını kullanmak gibi kimi değişikliklere gitmiştir. Duman, yağmur, rüzgar gibi öğeleri özellikle atmosfer yaratmak için başarıyla kullanmıştır…


Saygılarımla
Eray Eliçora


28 Ekim 2013 Pazartesi

Saraband

       Boşanmalarının üzerinden yıllar geçmesine rağmen görüşmeye devam eden Marianne ve Johan, genç sevgilisi Paulina ile evlenen Johan’ın, ‘Henrik’ adında bir oğlu olmasından sonra bir daha görüşmemişlerdir. Şehir dışında, orman içinde, tek katlı bir evde yalnız başına yaşayan Johan, kendisini ziyarete gelen Marianne’yi görünce mutlu olur…

       Her biri kendi içinde kaybolmuş karmaşık ruhların ilşkisini son demlerinde bile çok güçlü diyaloglarla anlatmış Bergman. Birlikteyken bile birbirlerine uzak karakterlerin arasındaki ulaşılmazlığı trajik bir aile hikayesi etrafında iyi örmüş. Varoluşa özgü bilmecemsi durumlarla ilgili çok derin sorular sorduruyor. Bergman’ın eskimezliği üzerine de düşündürücü bir film, tıpkı müzikleri gibi…



27 Ekim 2013 Pazar

Gezgincilerin Gecesi

     Albert evli ve çocuklu gezici bir sirk sahibidir. Anne adında sirk çalışanı ile de aşk yaşayan Albert, karısı ve çocuklarını yıllardır görmemiştir. Bir zaman karısı ile birlikte yaşadığı kasabaya gösteri için geldiklerinde karısı ile görüşmek ister. Anne ise aynı kasabanın tiyatrosunda çalışan bir tiyatrocu ile görüşmeye başlamasının ardından olaylar gelişir…

     Oradan oraya savrulan ve beklediği insanca saygıyı bulamayan hayatlar… Özellikle sirkin yaşlanmaya başlayan sahibini mercek altına alan Bergman, insanın kaderini kabul etmekle etmemesi arasındaki gerilimi imlemiş. Sirk sahibi onca bunalımın sonunda küçümsediği hayatının kendi hücrelerine kadar sinmiş olduğunu ve bunda da bilgece bir güzellik olduğunu fark ediyor. Gitmek mi zor kalmak mı zor Bergmanca açılmış bir pencere…Melodramın ağlak sularına kapılmayan gizli bir cevher bu film.


26 Ekim 2013 Cumartesi

Bakire Pınarı

      Ingmar Bergman’ın uluslararası alanda en prestijli ödülleri kazandıran film, İsveç’in paganizmi bırakıp Hıristiyanlığı kabullendiği sancılı dönemde geçer…13. yüzyıla ait bir baladdan yola çıkılarak senaryosu yazılan film, ortaçağda geçen sarsıcı bir intikam hikayesi anlatıyor. Koyu hristiyan ailesi tarafından kiliseye gitmekle görevlendirilen bir genç kız, yolda tecavüze uğruyor ve öldürülüyor. Olayın ardından bir eve sığınan tecavüzcüler burada kızın ailesiyle karşılaşıyor ve kanlı bir şekilde yok ediliyorlar.Ingmar Bergman’ın az bilinen yapımları arasında olan Jungfrukällan, kanlı intikam hikayesi ile modern korku filmlerine ilham verdi. Usta yönetmen bu filminde masumiyet, hırs, paganizm ve dini inanç gibi kavramları tartışıyor.

      Kötülüğün doğası, tekinsizlik ve mistik işaretler üzerine çok katmanlı bir film. İnsanın kötülüğün karşısındaki çaresizliğini trajik bir biçimde ödemesini ve şeytanileşmesini de anlatıyor. Sonunda babanın yaşadığı inanç krizi ise mucizeyle umuda çark ediyor. Filmde kötülükten payını almayanlarsa çocuk, vahşi ve düzen dışı diye horlanan kadın ve hizmetkarlar; bunda da düşündürücü alt anlamlar var...


25 Ekim 2013 Cuma

Düşler

    Filmde bir moda fotoğrafçısı ve modelin hayallerine ulaşma çabaları anlatılmaktadır. Stockholm’de yaşayan Suzanne bir moda fotoğrafçısıdır. Göteborg’da karısı ve çocukları ile oturan evli sevgilisini özlemektedir. Suzanne sevgilisine daha yakın olabilmek için yeni bir iş bulur…Öte yandan Suzanne’ın birlikte çalıştığı genç fotomodel Doris çekim için gittiği Göteborg’da orta yaşlı bir adamla tanışıp tutkulu bir ilişki yaşayacaktır…İki kadının da bu iki erkeğe bağlanmalarının altında yatan şey ise kadınların hayallerine bu iki adamla ulaşabilecekleri gerçeğidir. Moda fotoğrafçısı güçlü karakterli olgun bir kadındır, erkeği ise onun yanında ondan daha güçsüz ve savunmasız olmalıdır. Bu yüzden iflasın eşiğine gelmiş maddi olarak bir kadına bağlı yaşamaktan gocunmayacak, karısından çekinen bir erkeğe tutkuyla bağlanmıştır. Model olan kadın ise parayı, ünü ve lüks hayatı hayal etmektedir. Bunun için de ona çok beğendiği pahalı elbise ve inci kolyeyi gözünü kırpmadan alabilen zengin ama yaşlı birini tercih eder. Ancak iki kadını da hayallerine gittikleri yolda başka iki kadın beklemektedir. Evli olan adamın karısı ve yaşlı olan adamın kızı…



24 Ekim 2013 Perşembe

Persona

      Bir hemşire, konuşmayı reddeden, herhangi bir psikolojik rahatsızlığı olmamasına rağmen çevresiyle iletişimi tamamen kesmiş bir aktristin bakımını üstlenir. İkisi bir yazlıkta birlikte zaman geçirirken, birinin sessizliği nedeniyle açılan kışkırtıcı ve korkutucu kişilik çukuruna hemşirenin karakteri düşer ve kendini en ince detayları ile açık etmeye başlar. Ve bir süre sonra hemşirenin kendi karakteri yok olup tamamen aktristin karakteri içinde eriyerek şekil değiştirir…1966 yılından sonraki sinemayı en çok etkilemiş ve hatta onu bizzat yaratmış olan filmlerden biri Persona. Ama burada örneğin bir Potempkin Zırhlısı ya da bir Metropolis gibi ancak miras kağıtlarındaki yazı olabilecek, yapacağını yapmış sonra da hükmünü uzun zaman önce kaybetmiş bir anlatı göremezsiniz. Bergman’ın Persona’sı, bugün bile tüm yönetmenlerin hayalini süsleyebilecek ve yapıldığı anda tüm dünyanın önünde eğileceği gerçek sinema anlatısıdır. Yapıldığı yıl bir kesimin takdirini toplamakla birlikte çok büyük bir kesim tarafından da acımasızca eleştirilmişti. Ne var ki sonrasında kuralları koyan filmlerden biri oldu…

      Einstein 9 yaşına kadar konuşamamıştı ve doktorlar onun beyninin bu suskunluk zamanlarında büyük bir gelişime uğradığını sonradan açıklamışlardır.” Söz gümüşse sükut altındır” sözü biz de de suskunluğun bir erdem ve olgunluk olduğunu göstermiyor mu? Toplum olarak konuşmayı severiz yerli yersiz konuşuruz. Sessiz içsel yolculuklarımız azdır ; sessizliği ve susup düşünmeyi sevmeyiz. Bu film sessizlik hakkında, sessizliğin düşüncelerle uzayıp gittiği anlarla ilgili… Zaman zaman sembolik anlatım ve görüntülerle süslü bir film...



23 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri

     Frederik Egerman dul bir avukattır. Oğlu Henrik teoloji okumaktadır ve babasının yaşama karşı tavrı onun mistisizmi ile hiç uyuşmamaktadır. Frederik oğlu ile hemen hemen aynı yaşta olan Anne ile evlenmeye karar verir. Anne’in gençliği ve sırdaşı olan hizmetçisi Petra’nın çekiciliği Henrik için başka bir huzursuzluk kaynağı oluşturur.Her şey Frederik’in eski sevgilisi Desiree ile buluşması ile başlar. Bu buluşma Malcolm’un gelmesi ile bozguna uğrar. Fakar Desiree kararlıdır. Frederik’i elde etmeyi aklına koymuştur. Annesinin yardımı ile hem Frederik’i hem de Malcolm’u aileleriyle birlikte kır evlerine davet etmeyi başarır. Gece yemek masası çevresinde başlar ve çiftler aşkın ve rastlantıların sonunda bir araya gelirler. Henrik babasının yeni eşi Anne ile aşkı keşfeder. Malcolm’un eşi ise kocasını kıskandırmak için Frederik’e ilgi göstermektedir ve bu ilgi iki erkeği rus ruletine kadar götürür. Malcolm yine de karısı Charlotte ile birlikte olur. Desiree ise amacına ulaşmış ve yeniden çocuğunun babası Frederik’i kazanmıştır…




22 Ekim 2013 Salı

Bir Evlilikten Manzaralar

      Marianne ve Johan’ın on yıllık evliliklerini masaya yatıran film, çiftin ayrılıklarını, evlilik dışı ilişkilerini, barışıp yeniden ayrılmalarını ve en nihayetinde de boşanmalarını konu ediyor. Boşandıktan sonra bile birbirinden kopamayan Marianne ve Johan çiftinin her görüşmeleri ayrı bir kavgayla sonuçlansa da birbirlerine olan sevgileri şartlar ne olursa olsun galip geliyor. Film evlilik hayatıyla ilgili çok önemli kelamlar ederken aynı zamanda izleyiciyi psikolojik olarak Marianne ve Johan’ın ilişkisine hapsediyor…


21 Ekim 2013 Pazartesi

Çığlıklar Ve Fısıltılar

    Karin ve Maria, ölüm döşeğindeki kız kardeşleri Agnes’e yardımcı olmak için bir araya gelirler. Ancak merhamet dolu geçmesi planlanan bu buluşma, kardeşler arasındaki kıskançlık ve bencillikle gölgelenir. Kanserin pençesinde kıvranan Agnes, kız kardeşlerinin ufak hesaplarının ötesinde, yaşadığı hayatın bir değerlendirmesini yapar ve geçmişiyle baş başa kalmayı seçer…Karin ve Maria son günlerini yaşamakta olan Agnes’e destek olmak bir yana kendi dünyalarındaki çığlıklardan Agnes’in fısıltılarını bile duyamazlar. Kardeşler her ne kadar iç seslerine kulak verseler de kaybettikleri hassasiyeti kazanmaları imkansizdir. Ingmar Bergman bu filmiyle insanın ölümle yüzleşmesi halinde bile kurtulamadığı anlamsız bencilliğini ve kinini güçlü bir şekilde sahneye taşıyor…


20 Ekim 2013 Pazar

Neşeye Doğru

     İsveç Devlet Orkestrası’na aynı gün iki yeni müzisyen katılmıştır. Marta ve Stig adlarındaki müzisyenler, aynı gün orkestraya katılmalarına rağmen birbirlerini tanımamaktadırlar. Çok geçmeden tanışan çiftin arasında bir elektriklenme olur ve Marta, Stig’i doğum günü partisine davet eder.Maria için peluş ayı alan Stig, partide genç kadına dair pek hoş olmayan bir takım şeyler duyar. Marta’ya karşı ön yargılı olan Stig, sızar ve geceyi genç kadının kanepesinde geçirir.Sabah uyanınca gitmeye niyetlenen genç adam, Marta’yla ilk defa sohbet etme imkanı bulur ve çift, birbirlerine aşık olurlar.Ancak…

     Her zaman ilgi çekici ol. Seyirci benden bir duyuş, bir duygu, bir neşe, yeni bir canlılık bekleme hakkına sahiptir. Bunun için her yol mübahtır, başarısızlık yolu dışında. Kendi kendine karşı dürüstlük ve baş dönmesi, esinimiz için gerekli olan şeylerdir.İnsan yüzü, çalışmamızın çıkış noktasıdır. Kamera tümüyle nesnel bir gözlemci gibi yaklaşmalıdır ona. Aktörün en güzel ifade aracı bakışıdır.”diye sesli düşünür Bergman. Neşeye Doğru da olsa bu bir Bergmanvari gülümseme (içten ama doğal) dramatik bir trajedidir.Devlet sanatçısı(tiyatrosu, operası,balesi) olur mu? Bu yaratımı nasıl etkiler ya da engeller mi? Kesinlikle dramatik bir kadın duygulanımı…Bir yönetmenin dediği gibi:"Parmağımı kestiğimde bu bir trajedidir. Açık bir lağım çukuruna düşüp öldüğümde bu bir komedidir."...


19 Ekim 2013 Cumartesi

Liman Kenti

       Çocukluğundan beri ilgisiz annesi ve sinir hastası babasının şiddetli kavgalarına maruz kalan Berit, ergenlik dönemine girdiğinde, kavgalardan uzak durmak için eve geç saatlerde gelmeye başlar. Kendini kontrol edemeyen babaya karşın, bir ‘anne’ ve ‘kadın’dan başka her şey olmayı başaran annesinin yalancılığı ve sevgisizliğinin yüküyle evden kovulan Berit, tesadüfen tanıştığı bir adamla birlikte yaşamaya başlar.
Bir kaç haftaya kalmadan Berit, kayıp ilanları sayesinde bulunur. Annesinin isteği üzerine ıslahevine gönderilir ve tek çocuklu bir aileye evlatlık verilir. Ailenin oğlan çocuğu, Berit’e aşık olur ve Berit, evden gönderilir. Sevdiği erkekten ayrılmak zorunda kalan Berit, hayatın karanlık yüzüne bakmaya devam ettikçe, yaşamanın anlamsız olduğunu düşünür ve kendini denize atar; kurtulur.
Tekrar ailesinin yanına dönen Berit, uzun bir deniz yolculuğunda olan babasının yokluğunda, gergin bir sevgisizliğin hüküm sürdüğü annesiyle aynı evde yaşamaktadır. Kısıtlanan özgürlüğü, Berit’i uçuruma sürüklerken, hayatına giren Gösta, O’na hiç tatmadığı sevgiyi ve kadınlığın en kutsal duygularıyla tanışmasını sağlayacak; Berit’i ‘gerçek anlamda’ hayata döndürecektir…


18 Ekim 2013 Cuma

Kriz

     Genç Nelly koruyucu annesiyle sakin bir hayat sürmektedir ta ki gerçek annesi ortaya çıkana kadar…Kriz yönetmenin ilk filmi olması sebebiyle gereken ilgiyi hak etmektedir. Kriz olabildiğine karamsar yapısıyla başlangıç filmi olarak dikkat çeker. Çevrildiği yıla yani 1946′ya baktığımızda dünya yeni bir savaştan çıkmıştır ve ciddi deformasyonlar yaşamaktadır. Bunların insanlar üzerine etkisi doğrudan olabildiği gibi dolaylı da olmuştur. Bu film bu anlamda her şeyi ortaya koyuyor. İntiharlar, yalnızlıklar, aldatılmalar, kanmacalar vs. Bütün Bergman filmleri gibi izlenilmesi gereken önemli bir yapıt.


17 Ekim 2013 Perşembe

Sessizlik

          İki kız kardeş birbirini sevmemektedirler. Küçük olanın çocuğuyla beraber gittikleri bir tatilden dönüşte, dilini bilmedikleri bir ülkenin otelinde bir geceliğine konaklarlar. Bu arada büyük olan kardeş ölümcül bir hastalıktan muzdariptir…
Bergman’ın ustalıkla anlattığı ve karakterlerin duygularının inceliklerinin en dipteki esrarını kaldırdığı, filmi. İki kız kardeşin birbirlerine olan nefret ve öfkeleri tek bir kelime dahi etmeye gerek duymadan anlattığı filmi. Detaylar yine Bergman tarzıyla öyle ince düşünülmüş ki yüzlerdeki ve bakışlardaki tek bir mimik bile kaçırılmamış. Sessizliğiyle anlatmak istediklerini anlatan, amiyane ifadeyle döven bir Bergman. Dillerin ve kelimelerin tükendiği yerlerde, hareket ve mimikler dile geliyor…


16 Ekim 2013 Çarşamba

Aynadaki Gibi

           Genç bir kadın olan Karin bir akıl hastanesinde bir süre kaldıktan sonra ailesine geri döner. Döndüğü adada onunla birlikte yalnız ağabeyi ve nazik ancak gittikçe umutsuzlaşan kocası da bulunmaktadır. Aralarına gezgin ve çocuklarına bir yabancı olan dünyaca ünlü yazar babaları da katılır. Karin’in gerçekler ile ilgili algıları gittikçe kayar ve aile üyeleri arasındaki bağlar bu hakikatin ışığı altında değişir…

            Zer kadrini zerger bilir ne bilsin her geda (altının değerinden sarraf anlar).Bergmanı anlamak çok kolay değildir. Aslında çok zordur. Sadece sizde bir etki yaratmış ise, ve bu etkinin gücü ne kadar ise, sizin iç aleminizdeki kertelere, size özel anlara, hatıralara dokunarak haz duyarsınız. Bu anlamak değildir, ruhunuzda bir titreşim oluşturmuştur. Sanatta budur zaten. Kadim zamanları size hatırlatmak…Ne ola acep…Tarkovsky, Kurosawa gibi. Çoğu anladığını zanneden, -iddia ederim- yanlış anlamıştır. Sinema eleştirmenleri dahil. Çünkü dehayı kısıtlamış olursunuz. Bir defa bunlar sanatçıdır. Sanatcının anlaşılmak gibi bir kaygısı yoktur. Aslında, tüm sanat eserleri içinde böyledir ama, sinema sanatı hele hele Bergman ve Tarkovsky den bashsediyorsak filmde (kadraj kadraj şiirdir herbiri) anlatıldığını kimse izah edemez. Bu ustaya saygısızlık olur, ben seni deşifre ettim, güya. Büyük ressamların resmi gibi, örneğin Michelangelo. Yada Mozartın bir senfonisi. Aslında çeviride yanlıştır. Orjinal dilinde izlemek (ki bu çoğumuz için çok zordur) en doğrusudur. Bir şiiri orjinal dilinden başka bir dile çeviremez siniz. Kim olursanız olun. İçindeki ruh, mana, hikmet, özgünlük ve estetik ortadan kalkar. Mazruf örtülür, zarfa aşinalık başlar. yani özü bırakıp kabukla ilgilenilir. İşte Diyojenden yüzyıllar sonra eline kamera alıp, İnsanı arıyorum diyen bu bilgeler, şu anki 7 milyar homo sapiens türü içinde, acaba kaç insanda maddeden manaya, Egodan canana Kesretten(çoklukdan), teke giden, bir yol açabilmiştir. Gülistan ortadadır da koklamaya nazlanırız, diken bahensi olur. Çünkü rüyadan uyanmak istemeyiz. Gerçek aşikar ve el-an ortadadır ama, görene. Ego yu tatmin ile uğraşan, maddeperest homo sapiens, ölümün rüyası olan yaşam denen uykuda rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulur, savrulur, savrulur, sonsuza değin. Evet, evvel SÖZ var idi, ondan alaka kesb edildi ve ondan AŞK zuhur etti. Tekin kesrette seyri başladı. Kendinden kendine olan seyr…evvel söz vardı, söz aşkı, oda seyri doğurdu. Seyredelim.




15 Ekim 2013 Salı

Anna'nın Tutkusu

Her şeyiyle bir Bergman karakteri olan Andreas Winkelman; 48 yaşında, münzevi bir insan. Tenha sayılabilecek bir adada yaşıyor. Ada; belki de kendisi gibilerin sığınma mekanı görevini üstlenmiş.Andreas Winkelman bir münzevi; insanlardan kaçıyor, geçmişinden kaçıyor. Yaşadıklarının da etkisiyle çareyi yalnızlıkta bulmuş. İnsanların ikiyüzlü olmalarından, karşılarındakini hiçbir zaman anlamaya çalışmamalarından, onların diğerlerine zarar verme hırslarından yaralanmış Bir insan anlatılıyor…
Filmde, bir karı-koca, eşini trafik kazasında kaybetmiş bir kadın ve küçük bir kulubede yalnız yaşayan bir adamdan oluşan 4 ana karakterin öyküsü anlatılır. Bu 4 ana karakter bazen beraber yemek yer, bazen birbirlerine gidip gelir ama hepsi o kadar yalnızdır ki… Ne evlilik, ne flört, hiçbir şey insanın yalnızlığına çare değildir…


14 Ekim 2013 Pazartesi

Susuzluk

En kötüsünü gösterip en iyinin değerini anlatmak için yapılmış bir Bergman klasiği…

Birgit Tengroth’un aynı adlı romanından, 1949 yapımı, yönetmenliğini Ingmar Bergman’ın yaptığı filmde Kötü bir evlilikleri olan çiftin, İtalya’ya yaptıkları yolculuk sonrasında Stockholm’e dönüş yolculuğunda, Psikiyatrist ve onun lezbiyen arkadaşı ile tanışmaları anlatılmaktadır. Ingmar Bergman’ın lezbiyen sekans diye adlandırdığı kısım, zamanında sansürün epey kurbanı olmuş. Fakat yine de hissiyatı ustaca vermiştir…
Bergman filmleri içinde geri planda kalmış bir film Törst. Ama aslında içinde Bergman simgelerinin en bol olduğu hazinelerinden biridir de ayrıca. Bergmanın sorunlu kadınları yine ön planda. Yine mutsuz yine umutsuzlar. Ve tek ilaçları hep olduğu gibi sevgi…
İzleyene sıkıntılar yaratan bunaltan sahneler aslında tek bir amaç taşıyor. değerli olan madde değil maneviyat. Bütün gücün içimizde olduğunu anlatmaya çalışır bize. İnanç, sevgi, başarı iyi olan her şey bizde gizli. Tabii bunun tam tersi de. Gerisi sizin hangisini bulmak istemenize kalmış. Bu yüzdendir bizi hep içimize sürüklemesi, düşündürmesi. İnsanın içine yolculuğu nasıl ağır yorucu ise bunun bize aktarımı da bu kadar yoğun. Bu açıdan bakınca Törst filmi daha anlaşılır…
Bu filmde birbirine bağlı ama bağımsız gibi görünen kişilerin yaşam örgüsünü izliyoruz. Bütün karakterler dolaylı da olsa birbirine bağlı ama birbirini anlamayan uzak kalan insanlar. Aile bile olsalar ne kadar birbirlerini anlayabiliyorlar? Kadınlar bunalımda, çıkmazda.. O dönemin çarpık ilişkileri anlatılmış. Kuraklık gibi yağmura açlık var. Birlikte olmadan yapamayan ama bir arada olunca da olmayan bu insanların hikayesi film ilerledikçe farklı bir hal alıyor. Artık anne olamayacak bir kadının içim bataklık demesi ve sürekli kabuslarıyla geçmişiyle yaşaması her şeyimi kaybettim derken yine de bir umut araması, insanın siyahı arzularken beyazı da istemesine örnektir…




13 Ekim 2013 Pazar

Kış Işığı

    İnancını kaybetmiş bir papazın tanrıyı sorgulayışına hatta sorgulamaktan da yılmış durgunluğu anlatılıyor. Ailesinin hayalini gerçekleştirerek papaz olmuş, gençliğinde yüksek idealleri olan, karısına aşık, karısı öldükten sonra hayatın ortasında şaşkına dönen ve hayatının anlamını kaybeden bir papaz hikayesi.Kış Işığı filminin adeta dışarıdan sızan ışıkların içeriyi aydınlatmaya çalışması ya da Papaz Tomas’ın birçok sahnede sanki ihtiyacı varmış gibi sürekli pencerenin aydınlattığı alana yönelmesi bir şeylere ihtiyaç duymasından kaynaklanır. Şüphesiz aradığı şey tanrının sesi değil, algısını değiştirecek, çarpıtacak yıldırımın sesidir…
    Film oda üçlemesinin ikici filmidir. İlk film ‘Aynadaki Gibi’, ve sonuncusu ‘Sessizlik’ filmlerine nazaran nispeten daha anlaşılır bir yapımdır…




12 Ekim 2013 Cumartesi

Sihirbaz

           19. yüzyılın başında , İsveç taşrasını dolaşan küçük bir tiyatro gubu Stockholm’un giriş kapılarından birinde resmi görevliler tarafından alıkonulur. Amaçları Dr Vogler adlı sihirbazın gösterilerini sergileyen grubun foyasını ortaya çıkarmaktır. Görevliler dilsiz olduğu söylenen Dr Vogler’den özel bir gösteri isterler.Böylelikle yaptıklarının toplum sağlığına zararlı olup olmadığını denetleyeceklerdir…


11 Ekim 2013 Cuma

Bir Aşk Dersi

    Onbeş yıllık bir evliliğin ardından David ve Marianne ayrılırlar. David bir müşterisiyle, Marianne ise eski sevgilisi ve aynı zamanda kocasının en yakın arkadaşı olan Carl ile görüşmeye başlar. Marianne, Carl ile görüşmeye giderken, David aynı trene biner ve bu olayı bir tesadüfmüş gibi gösterir. Yol boyunca geçmiş ve gelecek hakkında konuşmaya başlarlar…


10 Ekim 2013 Perşembe

Yılan Yumurtası

    1923 yılının Almanya’sında geçen filmde, Abel Rosenberg, abisi öldükten sonra, birlikte çalıştıkları sirki bırakmış, işsizlik ve yalnızlık nedeniyle alkolik olmuştur. Abisi henüz ölmeden önce, ayrıldığı karısı Manuela ise hala sirkte görev yapmaktadır. Bir akşam sirke gelen Abel, Manuela’yı ziyaret eder. Abisinin, ölmeden önce bıraktığı mektubu ve parayı, Manuela’ya teslim eden Abel, kalacak yeri olmadığı için, Manuela’nın yanına yerleşir. Bir Yahudi olan Abel, herhangi bir Yahudi’nin Almanya’da yaşadığı zorlukları pek tatmamıştır ve Manuela’nın parasıyla hayatını sürdürmektedir.Abel’in Almanya’ya taşındığı sıralarda, 7 kişinin esrarengiz şekilde ölmesi ve her birinin de, genç adamın çevresinden olmasını ipucu kabul eden polis, Abel Rosenberg’i gözaltına alır. Her ölümün nedeni farklıdır ve polis, kanıt olmamasına rağmen Abel’den şüphelenmektedir…


9 Ekim 2013 Çarşamba

Şeytan'ın Gözü

    Şeytan, gözünde piskoposun kızının saflığından kaynaklanan bir arpacık taşımaktadır. Bu arpacıktan kurtulmak için Don Juan’ı cehennemden bu kızı baştan çıkarması ve dolayısıyla saflığını kaybetmesi için dünyaya gönderir, ancak Britt-marie Don Juan’a karşı koyar ve Don Juan kıza aşık olur…
    Pek çok kadim öğretiyi insan-iyilik-kötülük-ceza-ödül-tanrı-şeytan...Kısaca işleyişi anlamaya yönelik pek çok bilgi içeren binlerce kitabın özetidir.Kısaca...Hepsinin saçmalık olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Ne kadar aciz olduğumuzu anlamaya.Sergilenen tiyatroda bir hiç olduğumuzu anlamaya.Anlamak istemeyenler bir kuyu bulup (kavramların her biri bir kör kuyudur) döner dolaşır. Evcikleri, makamcıkları, otomobilcikleri ile oyalanırlar.Mutludurlar da. Zira Mutluluk hayvan gibi yiyip-içmek eğlenmek değil midir?.Yada mutluluk ödül beklentisiyle ritüellere bağlanmak değil midir?.Öze inmeden kabukla oynamak, mazrufu bilmeden zarfla oynamak.Tabiii canıııım...Biz anlamadığımızdan karalıyoruz.Her şey mükemmel biz körüz.Her kez nalan.Bir biz kaldık nadan...Her kez gül.Diken biziz...Herkes vasıl oldu.Biz kaldık yaya.Olsun….Kinimiz taze. İyiliğede…Kötülüğede karşı…Kılıcımız keskindir. Oynanan, oynatılan bu tiyatroda figüran değiliz.Oyun sonunda ödül de beklemiyoruz. Cezaylada ilgilenmiyoruz…Aciz varlıkların tiyatrosunda…Her ikisi de aciz...İyiliğin sahibide kötülüğün sahibide….Aciz ve zavallı.


8 Ekim 2013 Salı

Monika İle Bir Yaz

         16 – 17 yaşlarında, büyüyüp de küçülmüş gibi görünen küçük, tatlı ve ateşli bir yeni yetme Monika! Evden tüyüp, bir an önce özgürlüğüne ve hayatın zevklerine doğru kanatlanmayı bekleyen bir küçük kadın! Genç, toy ve saf Harry, Monika’nın cilvelerine kayıtsız kalamaz. Hatta ona sırılsıklam aşık olur. Günün birinde evden kaçmak için fırsat kollayan Monika, babasının sarhoş bir anında ona vurmasıyla bavulunu toplayıp Harry’nin evine koşar. Evde kalmaları mümkün olmayınca Harry, Monika’ya babasının motorunda kalmayı önerir. Şehrin sıkıcılığından, işe gitme zorunluluğundan sıkılan gençler her şeyi geride bırakıp Harry’nin motor ile adalara doğru açılırlar.Bu özgürlük ve aşk dolu seyahat onlara çok iyi gelir. Bir süre sonra Monika hamile kalır. Bunun üzerine şehre dönünce evlenmeye karar verirler. Harry gündüz çalışacak akşam da gece okuluna gidecektir. Monika ise evde çocuğa bakacak ve yemek pişirecektir. Zamanla Monika bu tatilden sıkılmaya başlar. Yeni bir elbisesi olmadığından yakınır durur. Şehre dönerler. Yaşları tutmadığı için evlenmeyen çift için Harry’nin halası devreye girerek gerekli evrakları tamamlar. Artık evli ve çocukları olan genç çift için kâbus dolu günler yakındır.Film boyunca bir arpa boyu geliştirmediği karakteri Monika’yı, ikinci yarıda daha da beter bir hale sokup evlilikteki kötü gidişin ve maddi sorunların sorumlusu haline getiriyor. Film boyunca her yönden tarafını tuttuğu Harry’yi ise çocukluktan olgunluğa geçirtip, ağırbaşlı bir erkek yapıyor. karısı ve çocuğu için (genel olarak aile kavramı tabiki) elinden gelen her şeyi yapıyor Harry. Daha doğrusu onlar için yaşıyor ama bizim Monika bütün bunları elinin tersiyle itip kocasını aldatıyor ve yine Bergman’a göre artık tam bir şeytan, yuva yıkıcı ve ailedeki mutsuzluğun kaynağı olarak betimleniyor…


7 Ekim 2013 Pazartesi

Yaz Oyunları

    Marie 20′li yaşlarının sonunda başarılı bir balerindir. ”Kuğu Gölü” balesinin öncesindeki provalarda mektup yoluyla bir günlük alır.Stockholm yakınlarındaki bir adaya gider ve burada 13 yıl önce bir yaz tatilinde tanıştığı çocukluk aşkıyla karşılaşır. Günlük, yıllar önce kısa bir süre de olsa tanıdığı ve aşık olduğu Henrik’ten gelmiştir…
    Bergman’ın ilk döneminin en samimi filmi ”Yaz Oyunları” 28 yaşında bir balerinin ilk aşkını hatırlamasıyla birlikte, geçmiş ile günümüz arasında gidip gelen bir melodram öyle ki yönetmenin filmografisinde çok fazla söz sahibi olmayan ancak ustalığa ulaştıran filmlerden birisi de denilebilir…

    Aşkı,kaybetmeyi,yas tutmayı ve yastan çıkışı anlatan mükemmel bir film...


6 Ekim 2013 Pazar

Kurdun Saati

  Hamile karısıyla birlikte yaz aylarını kimsenin bulunmadığı bir sayfiye bölgesinde geçiren ressam Johan tuhaf ve tedirgin edici görüntüler görmektedir. İşin garip tarafı Johan’ın gördüğü halüsinasyonları karısı Alma da görmektedir. Bu halüsinasyonlardan birinde yaşlı ve yüzü olmayan bir kadın Alma’ya kocasının günlüğünü okumasını söyler. Günlüğü okuyan Alma aldatıldığını anlayacak ve Johan ile yüzleşmeye karar verecektir…
 
  Başkalarını koruyamama,insanın kendini suçlamasına psikolojik olarak sebebiyet veriyor.İnsan,olacaklardan ne kendini ne de başkasını koruyabiliyor.Hayat denen bu arenada bazen ne beklemeliyizi çok iyi düşünmemiz gerekiyor.


5 Ekim 2013 Cumartesi

Yaban Çilekleri

           En Uzun Yolculuğun Sonunda Yine Yalnızlık Vardır…
           78 yaşındaki Profesör Borg, bir onur doktorası almak üzere Stockholm’dan Lund’a doğru arabayla yola çıkar. Yanında gelini Marianne da bulunur. Bu yolculuk sırasında, Borg’a kaybettiği ilk gençlik aşkını anımsatan genç bir otostopçu kızla ve kavgacı bir çiftle karşılaşırlar. Tanıştığı bu farklı karakterler ve gençliğinin geçtiği mekanlar Borg’a kabuslar ve düşler yaşatır…
           Berlin Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alan “Yaban Çilekleri”, yaşlı bir profesörün geçmişini ve varoluşunun anlamını sorguladığı bir yol filmi. Sessiz sinema döneminin en önemli yönetmenlerinden Victor Sjöström, Profesör Borg rolünde akıllardan çıkmayacak bir oyunculuk sergiliyor. Filmin tonunu melankoliden neşeye ve gençliğe, geçmişten yaşanılan güne, içsellikten doğaya ustaca çeviren Bergman, sinema tarihinin en önemli filmlerinden birine imzasını atar. Geçmişe bir ağıt niteliğindeki bu çok özel film, yönetmenin en duyarlı ve insancıl eseri olarak bilinir…


4 Ekim 2013 Cuma

Güz Sonatı

               İsveç sinemasının dünyaca ünlü yönetmeni Ingmar Bergman, insan ruhunun beklenti, umut, hayal kırıklığı ve sevgi gibi duygularını şiirsel bir akıcılık ve duyarlılıkla anlatıyor. Filmde dünyaca ünlü bir piyanist olan Charlotte kariyeri uğruna ailesini, özellikle iki kızını ihmal etmektedir…
               Yedi yıl süren bir sessizlikten sonra, kızı Eva, Charlotte’u kendileriyle birlikte bir hafta geçirmesi için Norveç’e davet eder. Charlotte’un hasta küçük kızı Helena da Eva’nın yanında kalmaktadır. Film, anne-kız yüzleşmesini işler. Bu tema, yüzeyde fazla dramatik görünmese de, film, Bergman’ın yazdığı güçlü ve dramatik sahnelerden, özellikle Eva’nın annesine ulaşmaya çalıştığı, geceler boyu süren konuşmalardan oluşur…


                

3 Ekim 2013 Perşembe

Utanç

      İsimsiz bir Avrupa kentinde geçen öyküde, Jan ve Eva Rosenberg, ülkesinde iç savaş çıkması sonucu çareyi bir adaya inzivaya çekilirle. Klasik müzik eğitimi almış, keman çalarak mütevazi bir hayat süren Rosenberg’lerin hayatı, asker dolu bir uçağın yaşadıkları adaya düşmesi sonucu alt üst olur.Her iki tarafan askerlerin adayı bir savaş alanına çevirmesiyle, hayatlarını tehdit altında gören genç çift, başka bir yere kaçmaya karar verirler. Ancak yakalanarak isyancı askerlere yardım ve yataklık etmekle suçlanırlar. Çiftin eski bir dostu olan Albay Jacobi, adayı savunan ordunun başındadır ve onlara yardım edecektir… Tabi bir şartı vardır…
      Film rüyalar ve hayaller üzerine kurulu. Filmin başında Jan karakterinin rüyası yaşadıklarının aksine “umut” doludur, güzeller güzeli eşi Eva ile aralarının oldukça iyi olduğunu görür .Filmin sonunda ise Eva bir rüyasını paylaşır izleyiciyle , bir kız çocuğuna sahiptir ,ve kötülüğe , Ona duyduğu sevgiyle dayanabilmiştir .
“Uçaklar bomba atıyorlardı, kucağımda kızım vardı, bombaların nehir üzerinden yansımalarını,düşüşlerini seyrettim , korkunç gelmedi bana”
      Lakin yaşadıklarına gelirsek, filmin ortasındaki anlatım kuşkusuz ki en doğru ve çarpıcı olanıdır yaşadıkları olanca kötü ve talihsiz olaylar sonunda Eva: “ Sanki bir rüyadayız. Öyle bir rüyadayız ki biz görmüyoruz Onu, başkası görüyor ve biz sadece rol alıyoruz. Rüyayı gören kişi uyanınca yaptıklarından ‘utanç’ duyacak mı acaba?”
Jan karakterine bakarsak; olanca hassaslığıyla var olurken hayatta, birden katılaşıyor , dünyadaki çirkinlikler Onu da çirkinleştiriyor ve ölüm sıradan gelmeye başlıyor Ona. Oyunculuklar oldukça başarılı, yönetmen de Bergman olunca izlenmeyi hak ediyor…


2 Ekim 2013 Çarşamba

Üvey Babaya Alışabilmek

           Film; Fanny ve Alexander isminde iki kardeşin babalarının ölümünden sonra yaşadıkları sorunlu hayatlarını anlatıyor. Hayalgücüne sınır koymayan Alexander, tiyatro sahibi babası ölünce, kardeşi Fanny ile ‘babasızlığa’ alışmaya çalışır.Kurduğu hayalleri ‘gerçekmiş’ gibi yaşayan Alenxander, başta annesi olmak üzere, kendisine yakın olan herkeste altında heyecan yatan ‘kafa karışıklığı’yla birlikte, ‘korku’ya neden olmaktadır…
           Dul kalan genç annesi, psikopozla evlenince Alexander, ‘yeni evi’nin kasvetine ve hiç tanımadığı insanların kurallarına göre yaşamaya alışmaya çalışacaktır. Katı bir adam olan üvey babalarının kontrolü altında hapis hayatı süren Ekdahl Ailesi, aile büyükleri ve dostları müdahale edene kadar zor günler geçireceklerdir…
5 Saatlik bir tv dizisi olarak planlanan sonradan kısaltılarak sinemaya aktarılan Ingmar Bergman’ın bu 3,5 saatlik yapıtı, 84 yılında En İyi Yabancı Film Oscarı’nı kazandı…

           Birbirine zıt iki karakterin şiirsel bir anlatımı diyebileceğimiz Fanny And Alexander filmi İngmar Bergman hocamızın gerçek hayatından da esintiler vermektedir.Sahibi olduğu tiyatro mali polis tarafından hiç de hoş olmayacak biçimde basılınca,usta ülkesine küsüp Münih'e gönüllü sürgüne gitmiştir.İyilik kadar kötülüğünde olduğu,taşkınlık kadar dar görüşlülüğün de kol gezdiği bir dünya gezegeni.Karışık karakteri ve yaşından büyükçe izanıyla Alexander'in gözünden perdeye aktarılanlar mistik işaretlerde barındırıyor.Realist yaşamın ve her bireyin dünya arenasından payına düşeni aldığını kendine has üslubuyla bizlere göstermiş Bergman usta.Filmden akılda kalan bir replik; "SORU: Neden yalan söylenir?...CEVAP: Gerçeği söylememek için!..."

1 Ekim 2013 Salı

Yedinci Mühür

       Şövalye Antonius Block ve silahtarı haçlı seferinden evine dönmektedir. Her ikisinin de moralleri çok bozuktur. Ülke içinde ilerledikçe vebanın izleri ile karşılaşırlar. Şövalye, Kutsal Topraklara inanç dolu genç bir adam olarak gitmiş fakat şüphe ve belirsizliğin azabı içinde geri dönmüştür. Acaba Tanrı yok mu? Bu düşünce onun için dayanılmazdır. Yine de yaşamla ilgilidir. Ölüm aniden karşısına çıktığında şövalye süre kazanmak için Ölüm’e bir satranç partisi önerir. Artık inanmak değil bilmek istemektedir…
       Yedinci Mühür, kıyamet tehdidi altında yaşamın anlamını çözmeye çalışan yalnız bir adamın çarpıcı bir portresidir. Film, inanç sistemlerinin erozyona uğradığı, nükleer bir kıyametin gündelik tehdit olduğu 1950’lerin dünyasında insanlığın hangi değerlere sarılması gerektiğini sorgular. Bu özelliğiyle yeni bir tür varoluşçu sinemanın da ikonu olmuştur…

        Kilise,dinsel dogmalar, inanç, ölüm ve hayatın anlamsızlığı, aile yaşamı, mutluluk ve kimlik arayışına ontolojik bir perspektif. Orta çağ korkularıyla vardır ve dogmalarla beslenir. Kendini ve hayatı sorgulayan Şövalye Antonius Block’un ölümle satrancı. Tanrı bir varsayımdır ve Tanrıyı öldüren insanın açmazlarını, çıkmaz sokak olan ölümün labirentlerinde dolaşmasını anlatır. Papazın oğlu olan Bergman çocukluğuna dair izleri takip ediyor güvenli olmayan dar patikalarda bizleri dolaştırıyor. Savaşın anlamsızlığı ve kendi var olma mücadelemiz arasındaki yaman çelişki….Metafizik sorunsalı varoluşçuluğa ilerlerken….Yüzyılın filmleri arasında olduğunu belirtmeden bitirmeyelim...