30 Kasım 2013 Cumartesi

Zamanda Yolculuk

   63 dakikalık bu belgeselde yönetmen Andrei Tarkovsky’nin Nostalghia filminin hazırlıkları için İtalya’da yaptığı yolculuklar incelenmektedir…
Tarkovsky’nin bu belgeselinde ünlü İtalyan senarist Tonino Guerra ile birlikte, çekmeyi planladığı ”Nostalgia” filmi için araştırma yapmak için İtalya gezisindeki gözlemleri anlatılmaktadır. Bu seyehatte Tarkovsky, filmdeki ana karakter olan 18. yüzyıl şairi gibi davranır. Bu süre zarfında Guerra, usta yönetmeni bir şair olarak yaptığı işi ve geçmişini yansıtmaya çalışmaktadır.
Sonuç ‘Nostalghia’, bir başyapıt olacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


29 Kasım 2013 Cuma

Katiller

   Film; restoranta gelen 2 müşterinin, öldürmek istedikleri adamı bulmak için yaptıklarını anlatarak, özgürlük olgusunu sorgular... Karakterlerin psikolojik çözümlemelerine ağırlık vererek ilerler ve düşünsel bir trajediyle son bulur…
Ernest Hemingway’ın öyküsünden sinemaya uyarlanan Ubiytsy, Andrei Tarkovky’nin VGIK’de iken çektiği kısa metrajlı filmi ve ilk yönetmenlik deneyimi. İki adet, kiralık katil, bir iş alırlar ve kurbanlarını öldürmek üzere yola çıkarlar geri gelip de kurbanlarını öldürmeye çalıştıklarında, kurban hiç itiraz etmez. Katiller: “Niye itiraz etmedi acaba” diye düşünerek olayı araştırmaya başladıklarında, ortalıkta milyon dolarların döndüğü, garip bir hikaye içinde bulurlar kendilerini…
Bu 19 dakikalık film 3 sahneye ayrılmıştır. İlk ve son sahneler kafede Tarkovsky tarafından yönetilmiştir. Ortadaki, Andresen’in odasındaki sahne, Gordon tarafından yönetilmiştir. Bütün bölümler öğrenci arkadaşları tarafından oynanmıştır. Gordon dükkan sahibini, Tarkovsky Amerika’nın sesi yayınlarını dinlerken öğrendiği “lullaby of birdland” şarkısını ıslıkla çalan müşteriyi oynamıştır…

   Tarkovsky, yönetmen sinemasının özelliğinin, zamanın şekillendirilmesi olduğunu dusunur. Bir heykeltıras nasıl icinde, ortaya cıkaracağı heykelin seklini hissederek mermer parcasından butun gereksiz parcaları yontup atıyorsa,sinema sanatcısı da dev boyutlu, ayrıntıları belirlenmemis yasamsal olgular butununden butun gereksiz seyleri ayıklayarak, geride yalnızca yapacağı filmin bir oğesi, sanatsal butunun değistirilemez bir anı olmasını istediği seyleri bırakır Tarkovsky’e gore, sinemada mizansen, gosterilen eylemlerin olabilirliğiyle, görüntulerin güzelliği ve derinliğiyle (ama icerdiği anlamı, resimlerle boğmamak kosuluyla) bizi sarsmak ve etkilemekle yükümlüdür. Her yerde olduğu gibi burada da anlatılmak istenenin üstüne basıla basıla acıklanması seyircinin hayal gucunu kısıtlamaktan baska bir ise yaramaz.Bu seyircinin önune etrafı cepecevre boslukla sarılı bir fikir yumağı cıkartmak demektir. Bu tur bir acıklamayla dusuncenin sınırları korunmus olmaz, aksine, o dusuncenin derinine inme yolları tıkanmıs olur. Burada butun sorumluluk yonetmendedir. Bir yonetmen, olgular butununun parcacıklarını secip aralarında bir iliski kurarken elinde nelerin bulunduğunu,nelerin bu parcacıkları kopmaz bir sekilde birbirine bağladığını cok iyi bilmelidir.Cunku sinema budur.
“Oteki turlu bir de bakarız, alısıldık tiyatro dramaturjisine,onceden belirlenmis kisiliklerden yola cıkan bir konuya dayalı yapıya saplanıp kalmısız. Oysa Sinema, istenilen buyuklukle ve uzunlukta ‘bir zaman parcasından olusan olguların seciminde ve birbiri arasında kuracağı bağlantıda ozgur olmalı”...

Saygılarımla
Eray Eliçora


28 Kasım 2013 Perşembe

Nostalji

   Tanınmış bir Rus şair olan Andrei, 18. yüzyılda yaşamış ve Bolonya’da eğitim görmüş memleketlisi müzisyen Sosnovsky’nin hayatını araştırmak için İtalya’ya gelir. Güzel İtalyan tercümanı eşliğinde Toskana’dayken mutsuz evliliğinin, karısının ve çocuklarının Rusya’daki hatırası onu avlar. Seyahati giderek içsel bir serüvene dönüşürken mistik bir aydınlanma, şairin yolunu aydınlatacaktır…

   Yaşamın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından eğer aşka sınır koyarsak insanın şekilsiz hale geleceğinden bahsettiğini söyler Tarkovsky. Nostalji ona göre bütün bir duygudur, yakınlarımızın yanında kendi ülkemizde bile nostalji duyabileceğimizi söyler.Bazen yalnızlıklar içinde kalabalık, kalabalıklar içinde yalnız olabiliriz. Ruhumuz kısıtlandığında kaçma isteği de bir çeşit nostaljidir. Yüreğimizdeki amansız acı, hayatın boşluğunda sallanan belirsizlik, gittiğimiz yollarda geriye bakıp anı yaşayamamaktır, birinin yerine başkasını koymak, düşündüklerimizi söyleyememek içimizdeki uhdedir, ormanlar içinde yürüyünce ciğerimize dolan havanın duygularımızı coşturması, henüz doğmamış bir çocuğa özlem duymak, tanışılmamış sevgilinin yitirilmiş hüzün yumağıdır, gözden akan yaşın henüz kurumadan yeni yeni özlemlere de kucak açabilmesidir, yaşama isteksizliği (intihar edimi) yaşamdan doyum alamamak, zirveye çıkamamaktır nostalji ya da ne bileyim tarifi imkansız bir duygunun böğrümüzdeki ağırlaşan ağrısıdır kim bilir?...

Saygılarımla
Eray Eliçora


27 Kasım 2013 Çarşamba

Ayna

   Andrei Tarkovsky’nin en kişisel filmi.
Zaman kavramının tamamen yitirildiği şiirsel bir dille ölmekte olan bir adamın ikinci dünya savaşı sırasında çocukluğu, ergenlik dönemi ve annesiyle babasının boşanması sırasında yaşadığı travmanın Rusya’nın tarihi ve toplumunun evrimi fonunda verildiği bir başyapıt…
Filmin Analizi:
Zaman içinde zaman, mekan içinde mekan!! Geçmiş ve şimdi, ya gelecek! Nedir gelecek? Savaş-Yıkık yürekler, zafer-hakimiyet zannı, zaman-göreceli esneklik, mekan-zahiri değişken. Yansıma; ayna (algısal görüş), tetikse sözde konjonktür…
Sebep;
külliyetin nekaisi dahilinde tahayyül edilen, filvaki homojen olan, lakin zerre kıymetsizliğindeki nüansların algılarca heterojenlikle yaftalanması…
Sonuç;
Kısıtlanan, çürüyen, toprak olan, yok olan canlar-cananlar-hisler-fikirler-umutlar-dilekler. Sahneye ramptan kesik ve keskin, kimi zaman da flu bakışlar eşliğinde düşsel ve de gerçek olan olaylara yüklenen anlam, ateşin sıcağa / felakete, suyun soğuğa / hastalığa sebebiyetini korku ile körükleme / kendine yontma, hükmetme güdüsü…Esasında nisabında olması halinde kötü zannedilenin iyi de olabileceğinin / olduğunun derk edilmesi. Ateş-enerji-sağlık, su-bereket-yaşam! Totaliter hakimiyetin baskınlığı karşısında şahsi nazardan yaşanan badirelerin etkisine maruz kalan bir neslin, birkaç neslin, topyekün buhrana sürüklenmesi…Etki alanındaki empati sağanağının perde üzerindeki yakamozvari devingenliği…Gülmek için bir başkasının ağlaması mı gerekiyor? Öyle ya da böyle hepimiz ağlıyoruz, bazen dışa vurup farkına varabiliyoruz, bazense akıntıya kapılmış bir çöp payesinde kirlenmeye katkıda bulunarak heba ediyoruz bu cenneti ve içerisinde yaşanması gereken güzellikleri. Düşlerimiz dahi yönlendirilmiş / yönünü kaybetmiş. Döktü(rdü)ğümüz göz yaşlarının bataklığa çevirdiği verimli ve cömert fikirlerden müteşekkil saf duyguların bulanması ile saplanıyor / gark oluyoruz fani faniliğe, zorunlu veya gönüllü kes(tir)ilen biletle, beraberce ve de en ön sıradan izliyoruz biçare mütecavizliğimizi. İnşa etmek bir ömür, parçalamak dakikalar…Yıkımların nedeni haslet mi, yoksa yetkinlikten geldiğini düşündüğümüz meziyet zannı mı? O zaman bu yokoluş ne için? Koca bir hiç için, koskoca bir hiç olma çabasından başka…

   Eğer düşünmek, sadece yönetmenle beraber, tüm ön yargılarımızı bırakarak düşünmek istiyorsak Tarkovski’nin düşler dünyasına girebiliriz, yok eğer patlamış mısır eşliğinde ‘hoş zaman’ geçirmek derdindeyseniz, zamanınızı harcamayın. Bir beyin ki şair bir babanın oğlu, bir beyin ki filmleri bizzat kendinin yetiştiren Sovyetler’de bile yasaklanıyor. Yıkılmak üzere olan evliliğini kurtarmaya çalışan bir adamın çocukluk anılarını kullandığı sert dönüşler ve düşşel sekanslarla anlattığı bu filmi için ‘Mühürlenmiş zaman’ kitabında şöyle diyor : ‘Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, “Aslında her şey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini affettirmek ister” dedi. Bu basit kadın her şeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. “Ayna” bu anlamda biraz da Rusların hikayesidir. Pişmanlıklarının hikayesi. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbir şey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.’ Filmlerinin anlaşılmaz olduğu yönündeki eleştirilere şöyle demiş Tarkovski : “Bence çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. ‘Tüketicilere’ göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhî varlık olarak kendisinin şuuruna varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor. ‘Bir film yapmanın, bir kitab yazmanın tüm kurallarını, genelgeçer tüm metodlarını bir kenara bırakabilseydik ne kadar harika şeyler yapabilirdik. Gözlemlemeyi unuttuk. Gözlemlemek yerine her şeyi kalıplara uydurmaya çalışıyoruz’” İyi de bu adamın filmlerinden nasıl zevk alacağız? Neden bir Western tadı yok, neden mutlu sonla bitmiyor, kadınlar neden soyunup, planlar yaparak erkeği avlamıyor, neden sürpriz finallere ağzımız açık kalmıyor? Bence zevklerimiz ve beğeni krtiterlerimizin HOLLYWOOD endüstrisi tarafından bir çok parametresi belirlenmiş. Yoksa Tarkovski için yine dünya büyüğü yönetmen İNGMAR BERGMAN şöyle demezdi : ‘“Tarkovski, sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Düşvarî mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki? Düşlerini, tüm haberleşme araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir o. Ben tüm hayatım boyunca, onun büyük bir tabiilikle dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim”.

Saygılarımla
Eray Eliçora


26 Kasım 2013 Salı

Silindir Ve Keman

   Film bir işçiyle kemana yeteneği olan bir çocuk arasındaki ilişkiyi anlatır. Tarkovsky’nin Ivan’ın Çocukluğu Ivan’ın Çocukluğu’nda doruk noktasına çıkacak olan alışılmadık kamera açıları ve karmaşık kurgusu bu filmde de açıkça görülür. Ülke dışında film ilk defa 1962′de ABD’de gösterilmiştir…

   Akıl ve kol gücünün yürek gücünde nasıl buluştuğunu gördük. İşçi ve çocuğun her ikisi de hem çocuk hem yetişkindi, birbirlerini karakter açısından tamamlıyorlardı. Aralarındaki o ilişkinin kimyasını Tarkovsky çok güzel seyirciye geçiriyor. Çocuğun haksızlığa tahammül edemeyişi ve diğerkamlığı göz yaşartıcıydı. İşçi Sergei’in çocuğun başka bir çocuğu takip etmesine izin verdiği sahne de çok güzeldi. Bakışlarıyla çok şey anlatıyordu, Fransız şansonları söylese karizmasına yakışırdı o derece…Ufaklığın yakışıklılığına da katılıyorum,ruhunun güzelliği ve doğallığı olağanüstüydü. Çocuğun büyüsü, dostluğun büyüsü, sinemanın büyüsü, kameranın şiirsel açılarının büyüsü ve daha da önemlisi Tarkovsky’nin büyüsü…Minik bir mücevher gibi parlayan bir film. O sınıfsal ayrımı çok incelikli bir biçimde yansıtmış Tarkovsky katılıyorum, çocuğun ruhunun asaleti ise çok esere konu olacak cinstendi.

Saygılarımla
Eray Eliçora


25 Kasım 2013 Pazartesi

Solaris


   Solaris, uzayda kaybolmuş insanlardan söz eder.Bu insanlar zorunlu olarak yeni bir bilgi edinmek zorunda kalırlar.İnsana adeta dışarıdan dayatılan bu bilgiye ulaşma gayreti kendince oldukça dramatiktir, çünkü huzursuzluk ve mahrumiyet, acı ve hayal kırıklığı eşliğinde gelişir her şey: Son gerçeğe varmak imkansızdır.Buna ek olarak, insana bir de vicdan verilmiştir.İnsan, davranışlarında ahlak yasalarıyla çelişkiye düştüğü an vicdanın eziyeti başlar.Buna göre vicdanın olması da bir anlamda trajik bir olaydır.
Yaşayan dev bir zihin olan sularla kaplı Solaris gezegeni. Dünyadan bu gezegene gelen insanların bilincinde ve bilinçaltında oyunlar oynayarak hafızalarında kalmış olayları maddeleştirmektedir. Bu tuhaf gezegeni araştırmak için kurulmuş üsse, açıklanamaz bir şekilde ölen meslektaşının yerini almak üzere gönderilen filmin kahramanı, gezegenin esrarına cezbolurken, kendi geçmişinin hayalleri ile de yüzleşmek zorunda kalacaktır…
İnsanlık kurtuluşunu utancında bulacak! ” Bilim mi? Saçmalık… Bu durumda vasatlık ve deha eşit derecede yararsız. Uzayı keşfetmeye ilgimiz yok. Sadece dünyayı uzayın sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Başka dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Aynaya ihtiyacımız var sadece. Bir temas olsun diye debeleniyoruz ama asla olmayacak. Aptal bir çıkmazdayız çünkü aslında hem ihtiyaç duymadığımız, hem de korktuğumuz bir hedefe ulaşmaya çalışıyoruz. İnsan sadece insana ihtiyaç duyar. ” İnsandan uzaklaşmış bilimkurgunun içinde yine insanı arayan Tarkovsky…

   Tarkovsky bilimkurgu türüne yakınlık duyan bir yönetmen değildir…Göreceğiniz gibi uzay gemileri,istasyonlar,uzay yolculuğu tamamen simgesel olarak belirtilmektedir...Hatta kendisi bunu bile gereksiz ve fazla bulmuştur.Onun asıl meselesi Lem’in romanında ortaya konan temel sorunsalı irdelemek olmuş ve bunu da tartışılabilir bir dozda başarmıştır…Bu sorunsal nedir ? “Solaris’teki problem, insanın, kendi kaderinin sınırları içinde insan olarak kalabilmek için karsılaştığı güçlüklerle mücadele yolunda
inançların ve ahlaki dönüşümün üstesinden gelme problemidir. Yani Tarkovsky’nin buradaki amacı insanın kendi kaderinin sınırları içinde maruz kaldığı her güçlüğe rağmen insan olarak kalabilmek adına verdiği mücadeleyi göstermektir.”
Tarlovsky’e göre Filmlerinin üç kahramanı Ivan (Ivan’ın Çocukluğu), Roublev (Andrei Roublev) ve Kris (Solaris) arasında net bir bağlantı vardır. Çünkü bu üç filmdeki üç karakter kritik bir ikilem içinde analiz edilir; ya ölüyorlar ya da inançlarını bırakıyorlar. Ya da basitçe pes ediyorlar. Tarkovsky, bütün bu kahramanları birbirine yaklastıran öğenin, insanın kaçınılmaz olarak bir tercih yapmakla karsı karsıya kalacağı umutsuz bir duruma ya da bir çıkmaza sürüklenmesi eğilimi olduğunu söyler. Tarkovsky kendi adına kahramanlarının, bunun bir insan için ne kadar zor olduğunu anlattıklarını belirtir. Bu kahramanlar aracılığıyla Tarkovsky konuşur. Tarkovsky’nin kahramanları, insan olmanın ne kadar zor olduğunu anlatır.
İnsanın inançlarına sadık kalması zordur: “Ivan bırakıyor, çocukluğu geçip gitsin, faşizme karşı mücadele etmek için çocukluğundan vazgeçiyor ve bir yetişkin oluyor. Roublev çektiği çilede yalnızca güç değil, anlam da buluyor ve böylece davranışları hakkında bir perspektif ediniyor. Solaris’te insanlık dışı kosullara bırakılan Kris, insanlığını koruyor. Çünkü o uzay istasyonundaki insanların çözmeleri gereken tek bir sorun var: O da nasıl insan kalacakları.”
Tarkovsky’e göre, kahramanların üçü de inançlarından vazgeçmiyor, kendilerine sadık kalıyorlar. Olacak seylere rağmen bireysellikleri
ni koruyorlar.Bu anlamda bu üç kahraman bir bütün oluşturuyor”.
Felsefe kelimesini kullanırken ne denli ürktüğümü yazılarımı okuyanlar gülümseyerek anlayacaklardır.Ancak işte bu filme ancak bu tanımlama yaraşır…”Felsefenin Ruhu ya da Ruhun Felsefesi”…İzlemeden ölmeyin…Ya da ölmeden izleyin…

Saygılarımla
Eray Eliçora


24 Kasım 2013 Pazar

"Kurban" İle "Andrei Tarkovsky" Sinemasına Giriş

   Dünyanın en önemli yönetmenlerinden birinin imzasını taşıyan bir başyapıt. Şüphesiz hikayesini ve ne kadar güçlü olduğunu kısa satırlara sığdırmak çok mümkün değil. Her ne kadar yönetmenin son filmi olsa da, Tarkovsky sinemasına ait her şeyi bulabileceğiniz felsefi bir deneyim…
Gazeteci, aktör ve filozof Alexander’ın doğum günü, ailenin büyük buluşmasına ön ayak olur. Günü küçük oğluna modern yaşam ve maneviyat üzerine konuşmalar yaparak geçiren adam, akşam saatlerinde nükleer savaşın başlamasıyla ciddi bir hesaplaşmaya girişir…

   Kurban’da, İngmar Bergman ın devamlı çalıştığı görüntü yönetmeni Sven Nykvist i ve yine Bergman ın aktörü Erland Jozepson beraberce görüyoruz.Bu birleşme ile Bergmanvari bir film ortaya koyuyor efsanevi film yönetmeni Tarkovski. Bach müziği ve Leonardo tablosu da filmde mükemmel duruyor. Tarkovski bu son filmini çekmeden önce akciğer kanseri olduğunu biliyordu. Bu nedenle ölüm teması sarıp sarmalamıştır filmi, hatta oğula vasiyet bile çıkmıştır filmden. Tarkovski filme ciddi bir modernite eleştirisi ile başlıyor: “Teknik ilerleme” dediğimiz şeyin bize getirdiği tek şey konfor oldu. bir tür hayat standardı. ve bir de gücü korumak için gereken şiddet araçları. vahşiler gibiyiz! mikroskobu, cop gibi kullanıyoruz. hayır, yanlış. vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor! önemli bilimsel bir buluş mu yaptık onu hemen kötülüğe alet ederiz. hayat standardına gelince, bir zamanlar bilge bir kişi gerekli olmayan şey günahtır demişti. ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulmuş demektir. korkunç bir uyumsuzluk edindik. maddi ve manevi gelişmemiz arasında bir dengesizlik söz konusu. kültürümüz bozuk. yani uygarlığımız. temelde bir bozukluk var, oğlum. belki de sen sorunu birlikte irdelememizi ve çözüm bulmamızı önerirsin. geç olmadan bunu yapmalıyız. geç olmadan. ‘ Evet insan kendi yarattığı teknoloji nin ve nükleer silahların kurbanıdır. Ölüm korkusu, varoluş sorunu ve insanın kendine yabancılaşması masaya yatırılır;ve sonuçlar da umutsuz olmasa da karamsardır. Kimsenin kazanamayacağı ve dünyanın tüm canlılarla beraber yok olacağı nükleer savaş yani tüm insanlığın ölümü karşısında, tanrıdan dilenen af karşılığında kurban verilecektir. Aleksander evinin arabasını hatta ailesini kısaca tüm dünyevi bağlarını bu söz üzerine kurban eder. Varoluşsal sorgulamalar ve çözümleri hakim filme. İnsanlar gri bir zeminde kaçışmalarla aslında modern toplumun bunaltıcılığından özgürlüğe kaçamaya çalışıyor. Birçok metaforik imge ile Tarkovski aslında kendi varoluşumuzu sorgulamanın pencerelerini açıyor. Düzenlenen bahçenin daha kötü olması, bir şeyin doğal çekirdek özünün korunması gereğine işaret ediyor. Maria aşkı ve sevişen çiftin yerden yükselmesi gerçek aşkın aranması değil mi? Yerdeki çamur üzerinde sürekli giden kamera ve bitmeyen çamur; yani dünyamız..Lenardo da vinci nin üç kralın tapınışı tablosu nasıl derinse bu aşk ve oğluna duyulan sevgi de aynı nispette derindir. ‘Başlangıçta söz vardı’ bu İncil göndermesiyle tanrının olmaması ve ona ihtiyacın olması arasındaki salınımda gezer Tarkovski..Hiç konuşturmadığı oğluna adanmış bu film bizi kendi içimize hapsediyor. Ölmeden önce adeta son sözlerini söylüyor. Bilirsiniz bazı filmler eğlenmek için, kalbimize hitap eden bazı filmler hissetmek, aklımıza hitap eden bazıları düşünmek için..İşte kurban hem hissetmek hem düşünmek için...

Saygılarımla
Eray Eliçora



23 Kasım 2013 Cumartesi

Aleksandra

    Alexander Sokurov’un bu son uzun metrajlı filmi savaşı ve arkadaşlığı, bombalar ve vahşet olmadan anlatıyor. Film, subay torununu görmek için Çeçenistan’daki Rus askeri üssüne gelen Alexandra adlı yaşlı bir kadını izliyor. Bu buluşma kadınla torununun yedi yıl sonra ilk görüşmeleri olacaktır. Alexandra burada birkaç gün geçirdikten ve yerel halkın hakaretlerine maruz kaldıktan sonra, küçük bir dükkân işleten Malika’yla arkadaş olur. “Erkekler düşman olabilir ama biz kardeşiz” der Malika…
Başrolünde seksen yaşındaki opera sanatçısı Galina Vishnevskaya’nın oynadığı Alexandra, Ruslar ve Çeçenler arasındaki ilişkilere değil, iyiliğin ve kötülüğün doğasına dair incelikli bir keşif yolculuğu…

Saygılarımla
Eray Eliçora


22 Kasım 2013 Cuma

Boğa

   1923 yılında, yeni kurulmuş SSCB’deyiz. Devletin kurucusu Lenin, elli bir yaşında bir kalp krizinin nekahat dönemindedir. Lenin, sağlığının bozulmasından sonra tam bir mahpus gibi yaşamaya başlar.
Sokurov, “ Moloch ”taki Adolf Hitler karakter incelemesinin ardından, ona eşlik eden ve bir üçlemenin ikinci filmi olan “ Boğa ”da, Vladimir İlyiç Lenin’in hastalık günlerini anlatıyor.

   Sokurov yine yapmış yapacağını… O derin portre çalışmalarından birini kendine has bir görsellik ve atmosferle vermiş. Güçlü bir adamın son günlerini izlerken sadece hastalığın değil umutsuzluğun kokusunu da alıyorsunuz..Sokurov, Lenin’in kendisiyle hesaplaşmaları, güçten düşüşü,,duygusal iniş-çıkışları ve sayıklamalarını nabzını elimizde tutarmışçasına aktarıyor. Bazı sayıklamalarının ardında ise dolu bir küpün taşmasının izlerini görüyoruz.

Saygılarımla
Eray Eliçora


21 Kasım 2013 Perşembe

Moloch

     Rus sinemasının Tarkovski’den bu yana yetiştirdiği en önemli sinemacılardan biri kabul edilen Alexandr Sokurov, 1999 tarihli filmi “Moloch”da Adolf Hitler ile ona karşı durmaya cesaret edebilen tek kişi olan Eva Braun’un ilişkisini anlatıyor. Sokurov’un St. Petersburglu tiyatro oyuncularıyla çektiği film daha sonra Berlinli oyuncular tarafından Almanca seslendirildi. Yer yer ağırlaşan bir dil tutturan film, Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazanmıştı…

Saygılarımla
Eray Eliçora


20 Kasım 2013 Çarşamba

The Sun

   Güneş, ünlü yönetmen Sokurov’un Hitler üzerine çektiği Moloch ve Lenin üzerine çektiği Taurus adlı filmlerinden sonra, bu cesur serinin üçüncü ve son halkasıdır. Japon İmparator Hirohito’yu konu alan film, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika kuşatmasında olan Japonya’nın, müttefik kuvvetlere teslimi ile sonuçlanan süreci ele almaktadır. Bu kısacık zaman diliminde ne olmuştur da Hirohito tanrısal konumundan vazgeçerek, müttefiklerine teslim olma kararı almıştır? Japonya’da İmparator rolünü oynamak bir tabu olduğu için, Sokurov uzun süre filminde bu rolü oynayan oyuncusunun ismini saklamıştır…

   Sokurov’dan derin bir karakter çalışması… İmparator Hirohito’nun tanrısallıktan dünyevi ve sıradan olana geçişini, düşünce dünyasının ve davranışlarının evrilmesini iyi bir gözlemcilikle vermiş. Hirohito’nun akvaryumdaki balığın gökyüzünden ölüm (atom bombası) yağdıran uçaklara dönüşümüne ilişkin gördüğü ”imge” sinema tarihine geçecek kadar orijinal …. Yine tablo gibi planlar ve konuya uygun renkler (kirli yeşil, toprak rengi, gri, kahve ve bejin tonları) Sokurov detaycılığının bildiğimiz ve izlemeye doyamadığımız özelliklerinden. Hirohito, kendisine yüklenen sıfat ve yetiştirilme şekli nedeniyle dünyadan uzak bir karakterken trajik bir varoluşu da imliyor. Sokurov, büyük ve yargılayıcı sözlere başvurmadan bir insanın zihin dünyasını gayet güzel aktarıyor. Hirohito’nun sığınakta geçirdiği anlar da onun bilinçaltına açılmış bir dehliz etkisi yaratıyor. Yardımcılarının savaşın gidişatıyla ilgili bir türlü gerçeği söyleyemedikleri sahnede Hirohito’nun aslında hakikati bilmesi ama bunu onlara söyleyememesi de dikkat çekici. Doruk noktasına ulaşan birkaç özel ve güzel sahne daha var. Özellikle sonlara doğru…

Saygılarımla
Eray Eliçora



19 Kasım 2013 Salı

Faust

   Efsanevi bir klasiğin etkileyici yorumu olan Altın Ayı ödüllü Faust, usta Rus yönetmen Sokurov’un “gücün yozlaşması”nı inceleyen dizisinin Moloch, Boğa ve Güneş’i takip eden son filmi. Goethe’nin bilginin arayışı hakkındaki trajedisinden esinlenen Faust 19. yüzyılda geçiyor ve yapıta adını veren, ruhunu şeytana satan kahramanını izliyor. O bir düşünürdür, fikirlerin sözcüsü, haberleri yayan kişidir; entrikacıdır, hayalperesttir. Açlık, açgözlülük, şehvet gibi temel güdülerin yönlendirdiği adsız bir adamdır. Goethe’nin Faust’una meydan okuyan mutsuz, peşine düşülmüş bir varlıktır…
   İlerlemek mümkünse neden olduğun yerde durasın ki?

   Sokurov’un filmografisinde tarzıyla daha ortalama bir yer tutan bu film, yönetmenin her çektiğini merak edenlerin izleyebileceği değerde yine de… Faust’un diğer versiyonlarıyla kıyaslamak yerine Sokurov izlemenin tadını çıkartmak gerekli. Yalnız Faust’un şeytanla anlaşmayı imzaladığı son kısmı da filmin genel havasından ayrı bir yere sahip. Güç ve etkileyiciliğin karşısında tabiat ve ruhun kadrini vurgulayan ve ”şeytana pabucunu ters giydiren” sahneler seyirciyi çarpıyor. Film bu son sahnelerdeki hissiyat ve akılla çekilseymiş başka bir cazibesi olurmuş. Pitoresk planlar ise filmin bütününde çok güçlü. Sokurov’un resimle ilişkisi heyecan veriyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


18 Kasım 2013 Pazartesi

Fısıldayan Sayfalar

    Uzun planları ve ruhani konulara eğilimiyle Sokurov, gerçekten de bazılarının dediği gibi Tarkovski’nin izinden gidiyor. ”Suç ve ceza”nın peşinden seyirciyi öyle bir sürüklüyor ki o karabasansı görüntülerin bile ayrı bir cazibesi var. Caravaggio tablolarını ve bir o kadar da ”camera obscura” ile çekilen fotoğrafları andıran görüntüleriyle ruhun çektiği ıstırapları ve varoluş-inanç krizini çok iyi ”betim”liyor. Başka bir yönetmenin elinde şekilci kalacak böylesi arayışlar Sokurov’da kendine has bir dil oluşturuyor. Ruhun ve eşyanın (buradaki mekandır) tabiatını biçim ve özü birbiriyle yoğurarak veriyor. Sokurov’un seyircide yarattığı en büyük tortu anlatığı kara-şiirin film bittikten sonra da devam etmesi gibi geliyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


17 Kasım 2013 Pazar

Russian Ark İle Aleksandr Sokurov Sinemasına Giriş

  “Sonsuza dek yolculuk bizim kaderimiz. Sonsuza dek yaşamak…”
Rusya’nın 19. ve 20. yüzyıl tarihinin hikâyesi.
“Alexandra”, “Mat i syn” ve “Otets i syn” gibi başyapıtların yönetmeni Aleksandr Sokurov’dan çok cüretkâr ve en az cüretkârlığı kadar başarılı ve sadece hayal etmesi bile nefes kesen bir film. “Gözlerimi açıyorum ve hiçbir şey görmüyorum” sözleri ile başlayan film, bu sözlerin tam aksine çok şey görüyor ve gösteriyor, ve hem sanatsal hem teknik becerinin buluştuğu bir sinemanın neler başarabileceğine parlak bir örnek oluşturuyor.

  Sokurov’un bu kesintisiz ”one shot” çekimi, havada süzülürmüş gibi bir etki yapan kamerasıyla gerçekten (mecazen değil fiziki anlamda) baş döndürüyor. 3. denemede böyle zorlu ve deli bir çekimi başarması da takdire şayan. Bir ulusun belli bir döneme ait sanatsal zevkleri ve tarihini verirken, resimle olan o tutkulu ilişkisi bu sefer doğrudan filme dahil oluyor. Rusların ulusal karakterleri, doğu ile batı arasına sıkışmışlıkları (ki bu onları da bizim gibi egzantrik ve çelişkili ama bir o kadar da zengin ve heyecan verici kılıyor) ve tarihleri üzerine küçük saptamalar var. ”One shot” çekim one shot atmış kadar kafayı hafiften çakırkeyif! yapıyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


15 Kasım 2013 Cuma

Budala

    Dostoyevski’nin romanı Budala’yı okuyanlar bilirler, Lev Nikolayevic Mışkin’i, Dostoyevski’nin tamamen iyi bir insanı yazmak isteğiyle başladığı romanının hepimize tekme tokat saldırarak bizleri nasıl sersemlettiğini. Mışkin’in nasıl çevresindekilerce alaya alındığını, nasıl aşka düştüğünü ve cayır cayır yandığını. İşte Dostoyevski’nin Budala’sını beyazperdeye yansıtan Akira Kurosawa, Mışkin’i gözlerimizin önüne koyuvermiş 1951yılında. Filmin, kitaba göre göre birkaç farklılığı olduğunu görüyoruz; örneğin film Rusya’da geçmiyor, o Petersburg atmosferi yok, onun haricinde kitapta öyle olmadığı halde filme genel olarak soğuk hava, kar kış hakim, ki bu da Kurosawa’nın sevdiği şeylerden…

    Dostoyevski’nin Budala isimli eserinin sinemaya uyarlanmış Akira Kurosawa yorumu olan bu film, ilk çekildiği versiyonu aslında 270 dakikadır. Fakat Filmin yapımcıları Kurosawa’dan filmi kısaltmasını istemiş, Kurosawa da yapıtını indire indire ancak 170 dakikaya indirebilmiş…

Saygılarımla
Eray Eliçora



14 Kasım 2013 Perşembe

Madadayo

       Japon sinemasının uluslar arası alanda en çok tanınan ustası Akira Kurosawa, bu son çekmiş olduğu filminde, öğrencileriyle kurduğu yakın ilişkiyle ünlenen, profesör ve yazar Uchida Hyakken’in yaşamını ve çalışmalarını ele alıyor…
Filmdeki öğretmen her yıl doğum gününü eski oğrencileri ile kutlar. Bu kutlamalar sırasında bir gelenek olarak öğrenciler hep birden “mahda kai?” (“hazır misin?” — ölmeye hazır mısın anlamında) diye bağırırlar, o da “madadayo!” (henüz değilim!) diye cevap verir…
Adam bir kedinin peşinde melankoliden melankoliye koşarken anlıyorsunuz o kadar insanın hocalarını neden bu kadar çok sevdiğini. Yaşlanan bir insanın içindeki çocuğun yaşlanmaya hazır olmadığı sürece yaşlanmayacağını, sevgi ve vefanın nasıl bir şey olduğunu anlatan film…
       Dolls’da bir sahnede uzun uzun duyarız bu sözü.Takeshi Kitano’nun Akira Kurosawa’ya bir selamıdır o sahne…

Saygılarımla
Eray Eliçora


13 Kasım 2013 Çarşamba

Yüksek Ve Alçak

    Gondo ticari hayatında çok önemli bir noktada olan yöneticidir. Hırslı ve gözü açıktır. Yıllarca biriktirdiği parası ve ipotek ettiği mallarıyla 50 milyon toplamayı başarmıştır. Bu parayla şirkette ki en büyük hissedar olmayı planlamaktadır. Bir gün çocuğunun kaçırıldığını öğrenir ve bütün planları altüst olur. Çünkü istenen fidye miktarı da çok önemli bir iş anlaşması için ayırmış olduğu paraya eşittir. Gondo fidyeyi ödemeye hazırdır, ta ki fidyecilerin hatalarını fark edene kadar. Çocuğu kaçıranlar yanlışlıkla şoförünün oğlunu kaçırmışlardır. Şimdi Gondo, şoförünün çocuğunun da kurtarılmayı kendi oğlu kadar hak edip etmediği kararını verme noktasındadır…
    Film sadece polisiye film değil aynı zamanda filme adını veren durumun insan psikolojisi üzerinde ki etkisi üzerine de insanı düşündüren başarılı bir yapım…

    Kurosawa hayatı boynca yalnızca polisiye bile çekse yine de sinema tarihinde önemli bir yere sahip olurmuş. Savaşlı, samuraylı filmlerinin western yönetmenlerine dahi ilham verdiği bilinir. Polisiyede de tutturduğu ton, sağlam diyaloglar ve karakterlerin birbirine tepkisi ilgiyi ayakta tutuyor. Hiçbir karakterini es geçmemiş. Suçun takibini yaparken sosyolojik geri planını ve bay Gondo’nun ahlaki gelgitini iyi vermiş. Filmin adı gibi yücelikler ve adilikler bir arada. Ama fidyecinin sinik karakterinde görüyoruz ki ‘yüksek ve alçak’ tepedeki evin yarattığı ihtişam babında ezilenler katında bir metafor.

Saygılarımla
Eray Eliçora



12 Kasım 2013 Salı

En Güzel

   Usta yönetmen Akira Kurosawa’nın ikinci filmi olan Ichiban Utsukushiku, 2. Dünya savaşı sırasında hassas optik cihazlar üreten bir fabrikada çalışan kadın işçilerin dramını anlatmaktadır.
2. dünya savaşı sırasında optik cihazlar üreten bir fabrika, işçilerden ekstra bir çaba içerisine girmelerini ve 4 ay içerisinde verimi arttırmalarını istemiştir. Belirtilen hedef şu anki üretimin, erkekler için %100, kadınlar için ise %70 üzerine çıkmaktır. Kadın işçiler kotayı tamamlayabilmek için kendi kişisel sorunlarının yanında hastalıklarla da mücadele etmek zorunda kalırlar…

Akira Kurosawa film hakkında şu sözleri sarf etmiştir:
   Her şeye karşın bu film çekilirken büyük güçlüklerle karşılaşmıştık. Bunlar benden ve ekibimden çok, bir daha böyle bir olay yaşamayacak olan genç aktrisleri etkilemişti. Bu filmde oynamanın yarattığı gerginlik yüzünden mi yoksa başka sebeplerden mi tam bilemiyorum ama filmin çekimi tamamlandıktan sonra bu filmde oynayan aktrislerin hepsi mesleklerini bırakarak evlendiler. Bunların arasında gerçekten çok yetenekli ve benim ilerisi adına umutlu olduğum kişiler de bulunduğu için sevineyim mi yoksa üzüleyim mi bilemedim. Fakat hiçbir zaman benim sert tutumum yüzünden kariyerlerini bıraktıklarına inanmak istemedim…

   Daha sonra karşılaştıklarıma sorduğumda, sinemayı bırakmalarının benim davranışlarımla bir ilgisi olmadığını belirttiler. Aslında o filmde oynamaları onlara tekrar normal insan davranışlarına dönebilmelerini sağladığı ve bu yüzden sinema dünyasının yarattığı yapaylıklardan arınarak normal kadınlar gibi hayatlarını sürdürmeyi yeğlediklerini açıkladılar. Fakat bu ifadelerine karşın beni üzmemek için gerçeği gizlediklerini sanıyorum. Başka sebepleri olsa bile istediğim zor koşullar içinde çalışmalarının meslek hayatlarını bırakma kararlarında önemli bir etken olduğuna eminim…

   Filmin çekimi sırasında, koşulların yeterli olmamasına karşın ellerinden gelenin ötesinde bir çaba gösterdiler. ”Ichiban Utsukushiku” çok iddialı bir film değildi ama benim gözümde en değerli filmimdir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


11 Kasım 2013 Pazartesi

Sanjuro

      Yojimbo’nun devamı niteliğindeki filmde, “şehre gelen yabancı” teması bu filmde de sunulur…
Belediyenin en yüksek mevkisinde bulunan Valimsi bir adamın kaçırılacağını ortada komplolardan bahseden 9 samurayı dinleyen bir yabancının devreye girmesiyle başlar. Lakin bu valinin yeğeni olan İori yanındaki 8 samuray ile amcasını kurtarmaya çalışır ve sonradan kendilerine yardımcı olacak Sanjuro’ya rastlarlar…
Yorgun samuray Sanjuro, amcası kaçırılan bir genç ile ona amcasını kurtarmakta yardım etmeye kararlı ancak tecrübesiz arkadaşlarına öğretmenlik yapar. Gençler başta Sanjuro’ya güvenmeseler de ondan başka çareleri olmadığının farkındadırlar. Zamanla Sanjuro liderlik ve dövüş yetenekleri ile her bir gencin birer samuray olmasına katkıda bulunur…

Saygılarımla
Eray Eliçora



10 Kasım 2013 Pazar

Dodes'Ka-den

      Tokyo’nun gecekondu mahallesinde geçen ve usta yönetmenin bir çok renkli karakteri oynattığı bir film. Yoksulluk ve acı içinde yaşayan insanların yaşamları anlatılmaktadır. 70’yapımı Dodesukaden filminde sosyal bir cehennem olarak tabir edebileceğimiz uzamda bir ‘deli’nin resim sevgisine tanık oluruz…

      “In a mad world, only the mad are sane” der Akira usta. Bu çılgın dünyada, ancak delileler aklı başında olanlardır, aslında der. Filmdeki tramvay sürücüsü karakteri; kendisi için güya buda heykellerine dua eden annesi ne adfen: Allahım şu anneme akıl fikir der. Akira Kurusawa da karakter tahlilleri, psikanaliz ve felsefe sosyoloji ile filmin zamanı ve ilgili toplumun değer yargıları ile iç içedir. Aslında çok derin çıkarımlar vardır, filmlerinde ama nedense, Tarkovsk ve Bergman üstatların bu açıdan sanki gerisinde kalmış gibi bir durum ortaya konulmuştur, günümüze kadar ki eleştirmenler hatta bu konularda tez yazanlar tarafından. Oysa bir saklı kale, bir ikuru (yaşamak), yada kızıl sakal aslında sırasıyla söylenecekse: ne bir savaş, ne bir yaşam portesi nede idealist doktor filmi değildir. Kanımca (sanatçının eserini yorumlamak ve eleştirmek her zaman büyük bir haddi aşmadır gerçeğinide düşünürsek) hitabı ve hitabın derinliği, ulaşılmak istenen hedef çok daha büyüktür, Akira imparatorun bazı filmlerinde. Ancak sinema tekniği, perspektif, slow motion, sahnelerdeki seçilen öğeler gibi veya müziklerin etkisi bakımından daha öne çıktığından sanki filmlerinin ana felsefesi biraz geride kalmıştır Akira ustada. Örneğin saklı kaledeki ayna, altın, orman gibi argümanlar birer remiz(semboldür) dir. Bir derdi var sanki üstadın ama, maksadını perdeli şekilde izhar eder, de istitatlar (yetenek, hikmete ilişkin kabiliyet=aşkınsal potansiyel) ölçüsünde haz alınmasını bekler. Hülasa, akıl ariyettir aslında çünkü, uyanmayı engeller, rüyadan….Kadim zamanları anmaya ve hatırlamaya yegane engel aslında egoyla yakın ilişki içinde olan akıldır. Sinemanın öğeleri sinema tarihi veya sinema sanatıyla ilgilenenler tarafından uzun uzun anlatılırda, sanki eksik şeyler vardır. Adına koyamazsınız. İşte, Akira kurosawa, bergman, Tarkovsky, fellini, de sica, satyajit ray gibi üstatlar, sinema sabatının öğelerine sonsuz kavramlar ve argümanlar dahil etmişlerdir. Tam adını koyamazsınız (bir yönetmen için kamere açıları çok güzel denir ya örneğin, ama burda ne olduğunu tam ifade edemezsiniz) ama işte odur sizi bu deruni üstatlara bağlayan, sizi bam telinizden vurup, yüreğinizden yaralar bunlar. Tedavisi mümkün olmayan bir derde düçar eder, de bir derdim var, bin dermana değişmem der, abtal (divane=aşkınsal deli) olur gezersiniz. kah bir tramvay sürücüsü.., kah bir samuray, yada bir budala …

Saygılarımla
Eray Eliçora


9 Kasım 2013 Cumartesi

Yaşamak

    Kanji Watanabe, genç yaşta dul kalmış bir adamdır. İkinci bir izdivaç yapmayan Kanji, üzerine titrediği oğlunu tek başına büyütmeyi tercih etmiştir. Aradan yıllar geçmiş, oğlu büyümüş ve evlenmiş, kendisi de zamanla terfi ederek; belediyenin, halkla ilişkiler şube şefliğine kadar yükselmiştir. Bürokrasi değirmeni, Kanji ‘nin kocaman umutlarını öğüteli yirmi sene olmuştur. Dairenin ve diğer dairelerin çalışanları gibi, Kanji ‘de aslında yirmi senedir hiçbir şey yapmamaktadır. İmza atmak, kayıt tutmak ve kayıtları, bir daha dikkate almamak üzere arşivlemek dışında…
Kanji ‘nin iş hayatı, bulunduğu pozisyonu, oturduğu şef koltuğunu korumak üzerine şekillenmiştir. O da hiçbir şey yapmamayı gerektirmektedir. Zaten Kanji ‘de istese bile bir şey yapacak gücü olmadığını, genç yaşında öğrenmiştir. Zampara bir adam olmayan Kanji, özel hayatını tümüyle oğluna adamıştır. Oğlu koca adam olup evlenmesine rağmen, kendisini hâlâ küçük bir çocuğun babası sanmaktadır. Değişimi ve gerçekleri görebilse; ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyeceği kocaman bir boşluğa düşecektir…
Kanji ‘nin hayatındaki tek yenilik, ara ara kendisini hissettiren ve giderek artan mide ağrılarıdır. Doktora giden Kanji, muayene sırası beklerken; başka bir hastadan doktorun koyacağı teşhisin mealini öğrenir. Doktorlar, kimseye öleceğini söylememektedirler. Muayene sonucunda doktorun Kanji ‘ye koyduğu teşhis uysal ülserdir. Fakat Kanji, muayene sırasını beklerken uysal ülserin, yaşayacak en fazla üç ay daha olduğunu öğrenmiştir. Doktordan farklı bir frekansta ölüm ilânını dinleyen Kanji ‘nin aklına ilk gelen yine oğlu olur…
Eve gittiğinde ise babasının evde olmadığını sanarak eşiyle konuşan oğlunun, kendisinin emekli ikramiyesiyle neler yapmak istediğini öğrenir. Kanji, düştüğü karanlık çukurda bir yandan ömrünü neler uğruna harcadığını görerek pişmanlığı çok acı bir biçimde tadacak, diğer yandan ise hayatın her köşesinde, ruhunu ısıtacak bir ışık ile ölürken bile tutunacağı bir amaç arayacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


8 Kasım 2013 Cuma

Dersu Uzala

   Rus ordusundan bir araştırmacı, uzaklardaki bir ormanda araştırma yaparken, doğanın dilinden anlayan, bilge Dersu Uzala ile karşılaşır. Bu karşılaşma, araştırmacıya doğanın ve dostluğun anlamını hatırlatır ve onu yeni bilgilerle donatır…
Vladimir Arsenyev’in anılarından yola çıkılarak çekilen film, ünlü Japon yönetmene En Yabancı Film Oscar ödülü kazandırdı. Yapım yönetmenin en önemli çalışmaları arasında yer almakta, pek çok kaynakta sinema sanatının başyapıtları arasında gösterilmektedir…
Dönemin Sovyet sinemasının olanakları filmin görkemli yapısının şekillenmesinde önemli rol oynadı. Sinema ustasının yaratıcılığı ise doruk noktasındaydı. Sinemayı seven herkesin izlemesi gereken bir ‘temel eser’.

   Dersu Uzala, yaşadığımız hayatın, yarattığımız ”medeniyet”in ve onun insanın doğasını parçalayan ”değer”lerinin ne kadar acı ve boş olduğunu gösterdi bize…Bütün bir edebiyat ve sinema tarihinde , insana kendisini, varoluşunu, amacını sorgulatan anlamlı yapıtlar elbette bulunmaktadır. Dersu Uzala karakteri bize bilgeliğin gülen yüzünü göstermesiyle ayrı ve özel bir yere sahip. Kurosawa, Dersu’nun elden ayaktan düştüğünde yaşadığı trajediyi seyirciye aktarırken gerçekten insanı sarsıyor. O zaten duyguların ve şiirsel olanın hissedilmesinde çok kendine has bir anlatımı olan bir yönetmen….Dersu, seyircide yaşayacak ölümsüz karakterlerden…

Saygılarımla
Eray Eliçora



7 Kasım 2013 Perşembe

Ran

     Shakespeare’in Kral Lear’inde, 16. yy’ın yaşlı lordu Lear krallığını üç kızı arasında paylaştırmaya karar verir. Her biri ülkenin üç farklı yerindeki kalelerde yaşayarak sadakatlerini kanıtlayacaklardır. Büyük kızları menfaatleri için sahte bir samimiyet içine girerken, babasına duyduğu bağlılıkla en küçük kızı O’nun gerçekleri görmesi için uğraşır…
Ran filmi İngiliz edebiyatına ait bu eserinin Japon uyarlaması. Orjinalindeki kız çocuklar erkek olarak değiştirilmiş ve Kral Lear karakteri de Lord Hidetora Ichimonji olarak karşımıza çıkıyor. Yaşı kemale eren Lord Hidetora Ichimonji, krallığını üç oğlu arasında paylaştırmayı düşünmektedir. Tasarısını gerçeğe dönüştüren Lord, bu hareketiyle ne yazık ki oğullarından en zeki olanının korkusunu gerçeğe dönüştürecek ve bir aile savaşına sebep olacaktır…

    İnsan iktidarı önce kendi üzerine kurar, sonra da başkalarının… Ruhunu kuşattığı parmaklıklarla önce kendi gardiyanı olur, sonra da başkalarının….Güce susamışlık beraberinde getirir yıkımı, onulmaz artık insanoğlu ”kim haklı kim haksız?” heyulasını kovalamaktan…

Saygılarımla
Eray Eliçora


6 Kasım 2013 Çarşamba

Gölge Savaşçı

    1572′de Japonya’da sivil savaş hüküm sürmektedir. Bu esnada Yoksul bir hırsız derebeyini öldükten sonra yerine geçer. Bu zorlu dönemde krallığı bir arada tutma görevini istemeyerek de olsa üstlenmek zorunda kalır…
“Ben sadece birkaç gümüş çaldım. Küçük bir hırsızım.. Ama sen yüzlerce insan öldürdün ve masum köylüleri soydun.. Şimdi söyle bakalım, kötü olan ben miyim yoksa sen misin?”
George Lucas ve Francis Coppola’nın prodüktörlüğünü üstlendiği, Cannes’da Altın Palmiye kazanan “Gölge Savaşçısı”, 16.yüzyıl Japonyasında geçen bir öyküyü anlatıyor. Prens Shingen, bir çatışma sırasında ölünce yerine O’na çok benzeyen bir hırsız geçiyor. “Gölge Savaşçısı”, hükümdarlığın sırlarını öğreniyor ve iki yıl boyunca görevini sürdürüyor. Fakat sıra göstermelik olarak kendisine sunulan tahtı bırakmaya gelince, adamın içindeki iktidar hırsı açığa çıkıyor ve gerçek bir karmaşa yaşanıyor…

Saygılarımla
Eray Eliçora


5 Kasım 2013 Salı

Düşler

     Akira Kurosawa’nın 1990 yılında çektiği “Düşler”, sanatçının farklı hikayeler anlattığı, birbirinden bağımsız sekiz kısa filmden oluşuyor.
“Sunshine Through The Rain”, ailesi tarafından dışarı çıkması yasaklanan bir çocuğun, toplum tarafından kutsal sayılan bir günde yaşadıklarını anlatıyor.
“The Peach Orchard”, insanoğlunun doğaya müdahelesinin yol açtığı sonuçları vurgularken,
“The Blizzard”la bir dağda mahsur kalan insanların dramını perdeye yansıtıyor.
“The Tunnel”, ölümlerinden sorumlu olduğu ölü askerleri bir tünel çıkışında gören adamın dramını anlatıyor… “Crows”, ünlü ressam Vincent Van Gogh’un yaşadığı bölgeye ve sanatına dair bir çalışma.. Güneşli bir yaz gününde yaşananları “Village of the Watermills” ile anlatan Kurosawa, son iki bölümde (“Mount Fuji in Red” ve “The Weeping Demon”) nükleer tehlikenin insanlık üzerindeki etkilerini araştırıyor…

Saygılarımla
Eray Eliçora


4 Kasım 2013 Pazartesi

Fedai

   1800′lerin Japonyası’da Sanjuro isimli gezgin bir samuray, iki rakip çetenin arasında bölünmüş bir kasabaya gelir. Bir sokak savaşında yeteneklerini sergiledikten sonra, en fazla parayı veren tarafa kılıcını kiralar…
Alçak ruhlu ve hain insanlar olan taraflar, Sanjuro’ya ihanet ettikçe o taraf değiştirir. Böylece iki tarafı birbirine kırdırtarak kasabayı bu musibetten temizlemeye başlar. Ancak suç lordlarından birinin kardeşi olan Unosuke kasabaya geldiğinde işler değişir. Zira genç adamın elinde o zaman için görülmemiş güçte modern bir silah vardır: bir tabanca…

   Saygılarımla
Eray Eliçora



3 Kasım 2013 Pazar

Sarı Irkın Şehveti

    Japonya’da geçen filmin konusu, bir kadın, kocası öldürüldükten sonra tecavüze uğrar. Olayı gören bir kaç kişi vardır fakat herkes farklı bir şey söylemektedir. Önce maktülün katilini aramaya zorlanıyoruz çünkü, filmde oynayan hemen hemen her karakter de şüphelidir aslında. Çünkü hepsi bir şekilde maktülü görmüş, yolunun üzerine çıkmıştır. Maktül ölü olarak bulununca bunu kimin yaptığı sorusu filmin bitimine kadar cevapsız kalıyor. Fakat polisiye bir filmin bütün muhteşem özelliklerini bir Rashomon filminde görüyoruz. Her karakterin şüpheli olmasını sağlayan harika deliller, kendilerini kurtarmak için ortaya attıkları iddialar bir film için çok zekicedir…

    Akira Kurosawa’nın daha çok tiyatral bir hava verdiği, özellikle ifade verme sahnelerinde ve yıkık bir malikanede bu havayı sezdiğimiz muazzam bir eser. Gerek içerik, gerekse teknik olarak döneminin çok çok ilerisinde bir yapım şüphesiz. Filmi izlerken bu yapıtın gerçekten bir sinema ürünü mü, yoksa bir tiyatro gösterisinin kayda alınmış hâli mi diye birkaç kez şüpheye düşebilirsiniz. Fakat filme genel itibariyle bakıldığı zaman Kurosawa size o harika yönetmenlik zekasını gösteriyor. Kamera hareketleri olsun, açıları olsun çok zor sinemasal yöntemlerin üstesinden ustaca gelmiştir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


2 Kasım 2013 Cumartesi

Ağustos'ta Rapsodi

      Amerika’nın Japonyaya nükleer bomba atmasının üzerinden 44 yıl geçmiştir. O günlerin dehşetini yaşamamış küçük çocuklar gizliden gizliye Amerikan hayranlığı beslerken, o felaketi yaşamış olanlar bile olanları unutmaya ve affetmeye kararlıdır…
Çocukları ve torunları tarafından ziyaret edilen yaşlı bir kadının hikayesidir anlatılan bu film Kocasını Nagazaki’ye atılan bombaya kurban veren yaşlı kadının etrafında dönmektedir. Torunlarına zaman zaman o günlerden bahseder. Sanki hem unutmak hem de anıları yaşatmak ister gibidir.
Derken, yıllar önce Hawaii’ye yerleşmiş ve Amerikalı bir kadınla evlenmiş kardeşinin oğlu çıkagelir. Gerçi Japonca konuşmakta ve çok kibar davranmaktadır ama ne de olsa Amerikalı görünmektedir. Hiçbiri onun yanında, büyükanne Kane’nin kocasını öldüren bombadan bahsetmez ve Amerikalı akrabayı rencide edecek anılar fazla kurcalanmaz. Fakat genç adam tahmin edilenden fazla hassastır. Yaşlı kadının ve bir arkadaşının kocalarını anmak için yaptıkları sessiz ayine şahit olur. Ona anlatılmayanlar artık açıklık kazanmaktadır…
Amerika’nın Japonya’ya atom bombası atmasının üzerinden geçen 44 yıl sonrasın da Japon halkının değerlerinin nasıl yozlaştığını ve Japonların geçmişlerinden nasıl koptuklarını ironik bir şekilde beyaz perdeye yansıtan anlam yüklü bir yapıt..
Japonya’ya atom bombası atıldığında 35 yaşında olan Kurosawa Ağustosta Rapsodi filmini çektiği zaman 81 yaşındaydı. Geleneksellik üzerine düşünmüş ve buna dair pek çok eser vermiş olan yönetmen, geleneksellikle modernizmin çatıştığı satıhlara da bakmış olmasına rağmen böyle önemli bir film konusunu bu kadar uzun zaman sonra ele alması sanat çevresini düşündürmüştür..
1991 de Filmin çekimleri esnasında Gabriel Garcia Marquez’in Kurosawa ile yaptığı söyleşide insanları şoka sürükleyici ve katlanılamayacak olduğu kesin olan sahnelere hiç girmediğini belirtmiş. Hastanede ölümü bekleyen bir sürü insan olduğunu ve atom bombasının halen Japonları öldürmeye devam ettiğini söylemesi bu korkunç silahın sonuçlarının belki de yüzyıllar boyu etkilerini göstereceğinin bir gerçeğidir. Filmde 44 yıl geçmesine rağmen yaşanan bu kadar büyük acı ve sonrası Kurosawa’nın usta anlatımıyla insani ve sakin bir şekilde ve bir o kadarda muhteşem bir görsellikle yansımıştır..
“Bazı insanlar konuşurken bile sessizdirler”

Saygılarımla
Eray Eliçora


1 Kasım 2013 Cuma

Gizli Kale

    Filmde düşman topraklarından, kendi topraklarına geçmeye çalışan, ölmüş bir imparatorun erkek gibi yetiştirilmiş prenses kızının hikayesi anlatılmaktadır. Hanedanlığına ait hazine ile birlikte yaptığı bu yolculukta prensese General Rokurota Makabe’ de eşlik etmektedir.
Filmin çekimleri, sahneleri, diyalogları ve oyuncuların olağanüstü performansı filmi sürüklüyor. Ayrıca film japon kültüründen ve bilmediğimiz yönlerinden de kesitler sunuyor bizlere…

    Klasik Kurosawa filmografisinden ayrı bir yerde bu film. Kimileri yönetmenin vasat çalışmalarından olduğunu iddia etse de kendi janrına göre çok özgün yönleri var. George Lucas’a Star Wars için ilham vermiş bir film. Karakterler de iyi oturmuş (iki köylünün edi-büdü haliyle komutanın karizması ve prensesin doğal asaleti). Kurosawa neye elini atsa işi iyi kotarıyor basit bir aksiyon-macera filmini bile…

Saygılarımla
Eray Eliçora