31 Aralık 2013 Salı

Aşktan da Üstün

   2. Dünya Savaşı’nın ardından Brezilya’ya saklanan bir grup Nazi’yi ele geçirmek için, Amerikan gizli servisi bir Nazi savaş suçlusunun kızı olan Alicia’yı kullanmak ister. Genç kadın, partneri ajan Devlin’e kısa sürede aşık olur. Ancak Alica’nın soğuk cazibesine rağmen genç adam ona sürekli potansiyel suçlu muamelesi yapmaktadır. Sonunda içlerine sızmak için onu Nazi’lerin lideri Sebastian’la evlenmeye zorladığında araları iyiden iyiye bozulacak ve Alica bir ihanet sarmalının içinde sıkışıp kalacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


30 Aralık 2013 Pazartesi

Şüphenin Gölgesi

   Joseph Cotton, Philadelphia’dan Kaliforniya’ya ülkenin dört bir yanını dolaşıp, kanundan bir adım önde giden, yakışıklı ve çekici Charles amcayı canlandırıyor. Ama kısa süre içinde, başlangıçta hiçbir şeyin farkında olmayan adaşı, “Kuzen Genç Charlie” amcasının, Neşeli dul katili olduğundan kuşkulanmaya başlayacak ve aralarında ölümcül bir kedi-fare kovalamacısı başlayacaktır. Ama Hitckcock’un en sürükleyici psikolojik gerilim filmlerinden bir olan Shadow of a Doubt’ta, genç kuzen gerçeğe yaklaştıkça, psikopat katilin en sevdiği akrabasının ölümünü planlamaktan başka çaresi kalmaz…
Charlie amcanın, akrabalarını ziyaret etmek için sakin Santa Rosa kasabasına gelmesi, Hitckcock’un bu en ilginç ve gerilim dolu yolculuklarından biri olan filminin temelini oluşturur. Hitchcock’un kişisel olarak en çok beğendiği filmlerden biri olan Shadow of a Doubt, senaryoyu yazan, Amerikan oyun yazarı Thorton Wilder ile yapılan işbirliğinin sonucunda ortaya çıkmıştır. İki ustanın birlikte yarattığı bu çarpıcı psikolojik gerilim filmi için, Hitchcock kısaca “Cinayet ve şiddeti evlerimize, gerçekten ait oldukları yere geri getirdi.” demiştir…

   Hitchcock, 1972′de yayınlanan şovunda filmografisindeki en sevdiği filmin bu film olduğunu söylemiş. Gerçekten en iyi filmlerinden biri bence de. Teresa Wright (Küçük Charlie rolünde) müthiş bir oyuncu ve bu filme çok şey katmış...

Saygılarımla
Eray Eliçora


29 Aralık 2013 Pazar

Cinnet

   Hitchcock’un yaklaşık 30 yıl sonra İngiltere’ye döndüğü filmi, Londra sokaklarında geçen bir ‘seri katil hikâyesi’ anlatıyor. Yönetmen, böylesine şaşırtıcı bir dönüş yapınca ilk döneminin film gramerini geri getirmiş ve altın dönemindeki o görkemli sinema anlayışını bir kenara bırakmış oluyor. Yani ne renkler, ne de müzik baskın hale geliyor burada. Aksine mesafeli bir İngiltere atmosferinin içinde yozlaşma anlatılıyor. Ancak Hitchcock’un bu mantık doğrultusunda, özellikle cinayet sahnelerinde ‘locked-down shot’ tekniğinin katkısıyla ‘göstermeden’ sonuç alırken, kendini vince bırakıp uzun planlar da kullanması, onun ustalığını bir kez daha ortaya koyuyor...

Saygılarımla
Eray Eliçora


28 Aralık 2013 Cumartesi

Lekeli Adam

   Henry Fonda, yanlışlıkla bir sigorta şirketini soyan kişi olarak teşhis edilen caz müzisyeni Manny Balestrero’yu canlandırıyor. Balestrero’nun kefaletle tahliye edilmesine rağmen, bu olayın yarattığı endişe ve utanç, karısı Rosa’yı etkilemeye başlar. Birlikte Manny’nin suçun işlendiği sırada başka bir yerde olduğunu kanıtlayacak insanları bulmaya çalışırlar ama başarısız olurlar. Rose davadan önce bir sinir krizi geçirir ve akıl hastanesine kapatılır. Sonunda, şans eseri, gerçek soyguncu ortaya çıkar; ama bu, kadının ruhsal durumunda pek bir değişiklik yaratmaz...
Neredeyse belgesel tarzı bir gerçekçilikle siyah-beyaz çekilen Lekeli Adam, bizzat Hitchcock’un kısa bir öndeyişte ifade ettiğine göre, gerçek bir öyküye dayanır. Bu film, Hitchcock’un değişmez temalarından birini, işlemediği bir suçla itham edilen bir adamın öyküsünü (Hitchcock’un 1959 yapımı filmi North By Northwest – Gizli Teşkilat’ta da benzer bir durum vardır) ele alır. Yönetmen suçlama ve mahkum etme süreçlerinin masum bir insanı bile nasıl da kolaylıkla suçlu pozisyonuna düşürdüğünü mükemmel biçimde aktarır. Öznel kamera tekniğinin ustalıkla kullanıldığı bir sekansta, Manny’yi, fişlenmenin, aranmanın, parmak izinin alınmasının getirdiği aşağılanma duygusunu yaşarken görürüz; parmaklarındaki mürekkep sanki suçlu olduğunun doğrulanmasıymış gibi görünür...

   Alfred Hitchcock katı bir dini eğitim veren okulda yetişti.Okulda arkadaşları aasında “BURNU BÜYÜK” olarak adlandırıldı.Genç yaşta babasını kaybedince annesi onun üstüne biraz fazla düşmüş. Evlendiğinde bile tatillere eşi ve annesiyle çıkmış. Katı eğitiminin kendisinde fazla bir etkisi olduğunu hiç kabul etmemiştir. Gerçek bir hikayeden alıntı yaparak hem sinema tarihine hem de kendi tarzına yenilikler getirmiştir...

Saygılarımla
Eray Eliçora


27 Aralık 2013 Cuma

Çok Şey Bilen Adam

   Doktor Ben McKenna, evlenmeden önce ünlü bir şarkıcı olan karısı Jo ve oğlu ile birlikte tatil için Fas’a gider. Ben burada tesadüfen bir cinayete tanık olur ve öldürülen adam ona bir şey fısıldar. Doktorun duyduğu ‘şey’, oğlunun kaçırılmasına ve karısıyla birlikte kendilerini uluslararası bir komplonun içinde bulmalarına neden olur…
Alfred Hitchcock , Çok Şey Bilen Adam’ı ilk olarak 1934′te beyaz perdeye aktarmıştı. 1956 tarihli bu yeniden yapım ise daha yüksek bir bütçeye sahip ve karakterlerin adları ve mekan seçimi (İsviçre yerine Fas) dışında olay örgüsü ilk filmle aynı…
Gerilim ustası Alfred Hitchcock’un filmografisindeki tek yeniden çevrim olan “The Man Who Knew Too Much” sürükleyici öyküsü, muhteşem oyunculuğu ve Oscar kazanan Que Sera, Sera adlı şarkısıyla defalarca izlenecek bir klasik…

   Bütçesini genişletip 2. kez çektiği filmde korku, merak ve polisiye sarmallarında Hitchcock klasiği. Sinema kaygım ahlaksal değerlerden önemlidir diyen yönetmen, sağlam gözlemleriyle titiz işçiliğinden hiç ödün vermemiştir.”Ben tür yönetmeniyim.Sindrella’yı film yapsam,insanlar at arabasında ceset ararlar. ” diyerek kendi sinema anlayışına sahip çıkmış ve kendinden bir şeyler çalarak tarzını-üslubunu geliştirmiştir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


26 Aralık 2013 Perşembe

Kaybolan Kadın

   Genç Iris Henderson Balkanlar’da geçirdiği tatilinin ardından trenle ülkesine dönmektedir. Tren kötü hava nedeniyle yolda kaldığında yolcular küçük bir kasabadaki bir otele yerleşirler. Iris burada yaşlı bir kadın olan Miss Froy ile tanışır. Havanın düzelmesiyle tren yolculuğunun yeniden başlamasından bir süre sonra Iris Miss Froy’un ortadan kaybolduğunu ve onun kıyafetlerini giyen bir başka yolcunun olduğunu farkeder. Diğer yolculara bunu anlattığında müzisyen Gilbert hariç yolcuların hiçbiri Miss Froy’u hatırlamaz. Iris’e inanan Gilbert ona Froy’u bulma konusunda yardım edecektir…
Alfred Hitchcock’un komedi vurgusu taşıyan nadir filmlerinden biri olan The Lady Vanishes yönetmenin İngiltere döneminin sonunda önemli bir ticari başarı yakalamasını ve Hollywood’un dikkatini çekmesini sağlamıştı…

Saygılarımla
Eray Eliçora


25 Aralık 2013 Çarşamba

Celse Açılıyor

   Kör olan kocasını öldürmekle suçlanan Anna Paradine adlı bir kadının etrafında şekilleniyor. Onu savunan avukatı Keane, evli olduğu halde müvekkiline âşık olur ve Anna’nın masumiyetinden en ufak bir şüphe duymaz. Ama her şey gerçekten Anna’nın anlattığı gibi midir? Yoksa kalın bir sis perdesinin ardında bambaşka bir gerçek mi yatmaktadır. Robert Hichens’in romanından uyarlanan “The Paradin Case'in başrolünde usta aktör Gregory Peck var…

   Filmlerin Hitchcockvari bir cinayet ya da değil diye kesin çizgilerle ikiye ayrılması gerekir sanırım. Hatta o kadar ki bir yönetmenin ya da bir katilin kendi kendine sessizce şu soruyu sorması gerekir: ”Alfred Hitchcock olsa nasıl yapardı?” ondaki keskin gözlem gücü, ayrıntılara hastalık derecesinde önem vermesi, usta işi diyaloglar ve film boyunca hiç dinmeyen heyecan kasırgası öyle ki hortumu demeliyim sizi çivilenmiş yerinizden bambaşka yerlere sürükleyip götüren.Yönetmen Hitchcock ise gerisi sizin ön yargılarınızı dizginlemenize bağlı ya da hayal gücünüzü…

Saygılarımla
Eray Eliçora


24 Aralık 2013 Salı

İtiraf Ediyorum

   Peder Logan’ın huzurlu ve sıradan hayatı, kendine gelen bir suçlunun günah çıkarması ile değişir. Adam kendisinin bir cinayet işlediğini itiraf etmiştir. Peder Logan bu durum karşısında ahlaki bir ikileme düşer: Din adamı olan tarafı kendisine güvenerek bunu itiraf eden suçluyu ele vermemek gerektiğini söylerken, bir yurttaş olarak durumu kanun adamlarına ihbar etmesi gerektiğini düşünmektedir. Bütün bunları kendi içinde yaşayan Logan, bir süre sonra polislerin şüphesini üstüne çeker. Hatta cinayetin tek sanığı konumuna gelir. Bununla birlikte Logan hala sessizliğini korumaktadır. Suçlunun kendisi olmadığını kanıtlamak için başka bir yol bulması gerekecektir…

   Alfred Hitchcock din adamı olan ailesinin ve yaşantısının etkilerini her ne kadar taşımıyorum diye açıklasa da din ve dogmalarla sık sık karşılaşırız.İnsan psikolojisini dogma diyebileceğim bir inançla savunan Peder (aynı zamanda ailedeki baba kavramıyla özdeş) değerlerinden ödün vermemek adına (cinayetler var çünkü) kabul etmek ya da itiraf ettirmek arasında gel-gitlerle filmin heyecan dozu artar. Merak ve bilinmeyen ögeler cameo yapması gibi (filmin sonunda merdivenlerde görünen kişi Hitchcock) sıradan ve doğal bir olaydır. Sorgulanmalar ve şüphe onun sinemasının temel taşlarıdır tabi…

Saygılarımla
Eray Eliçora


23 Aralık 2013 Pazartesi

Hırsız Kız

   Kitap yayımcısı Mark Rutland, daha önceden tanıdığı Marnie lakaplı Margaret Edgar adında kleptoman bir genç kızı işe alır. Marnie adamın aşıkane ilgisini görmezden gelerek şirketinin kasasından aldığı büyük miktarda parayla ortadan kaybolur. Mark paranın kaybolduğunu fark eder, ve yerine koyar, sonra da Marnie’yi bulur. şantajla onu evliliğe zorlar, ancak evlenince Mark’ı bir sürpriz beklemektedir…
Hırsız Kız, tipik Hitchcock sarışınlarından biri olan (ve ayrıca Melanie Griffith’in de annesi) Tippi Hedren için özel bir armağan gibidir. Hitchcock bu filmde “Kuşlar”la üne kavuşturduğu Hedren’e dört başı mamur bir rol verir…
Geçmişindeki karanlık olaylar nedeniyle kişilik bozulmasına uğramış ve bu yüzden kleptoman ve de ‘frijid’ olmuş bir genç kadın…Hedren de bu rolü gayet iyi biçimde oynar: yanı başında kendisine aşık olup onu iyileştirmeye çabalayan, geleceğin James Bond’u Sean Connery olduğu halde. Ve film, Hitchcock’un tıpkı “Spellbound- Öldüren Hatıralar”da olduğu gibi, psikanalize ve psikiyatrlara özel bir yer ve önem verdiği birkaç filminden biri olarak da dikkate değer…

Saygılarımla
Eray Eliçora



20 Aralık 2013 Cuma

Şüphe

   Eşinizin bir katil olduğundan şüphelenseniz, ne yapardınız? Usta yönetmen Alfred Hitchcock, Oscar ödüllü psikolojik gerilim filmi “Şüphe”de bu soruya yanıt arıyor…
Varlıklı bir ailenin tek varisi olan Lina, Johnny’ye aşık olunca ailesinin itirazıyla karşılaşır. Sorumsuz bir yaşam süren Johnny, gerçekten de genç kadınla sadece parası için ilgilenmektedir. Her şeye rağmen sevdiği adamla evlenen Lina, kısa bir süre sonra onun aslında bir yalancı ve hırsız olduğunu anlar. Üstelik kocasının katil olduğundan da şüphelenmektedir…
Yakın bir arkadaşlarının beklenmedik ölümüyle bu şüphe daha da artar. Çiftin arasındaki gerilim öyle bir noktaya varır ki Lina kocasının para için kendisini zehirlemeye çalıştığına inanır.

   Bu filmle ilgili bir iki küçük detay paylaşmak istiyorum.Johnie’nin elinde süt bardağı ile merdivenlerden çıkışı film dünyası açısından çok önemli bir sahneymiş.Hitchcock etkisinin artması için bardağın içine ışık koymuş.
Joan Fontaine bu rolü ile en iyi kadın Oscar'ını kazanmış.Her filminde oldugu gibi Hichcock kendisini bu kez,Lina’nın dedektif kitapları alıp dısarı cıkacagı sahnede posta kutusuna mektup atan kişi olarak gösteriyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


19 Aralık 2013 Perşembe

Esrar Perdesi

   Amerikan bilim adamı Micheal Armstrong, nişanlısı Sarah Sherman ile birlikte Doğu Avrupa’ya iltica eder. Aslında bu iltica süreci, Micheal Armstrong’un Leipzig’de bulunan bir matematik formülünü çalmak için bir kılıftır…
Esrar Perdesi, bir zamanların Doğu Almanya’sında çift yanlı bir ajanın öyküsünü anlatan ve hem açık komünist düşmanlığı, hem de şiddet içeren sahneleriyle dikkat çeken bir film… Paul Newman ve Julie Andrews Hitchcock dünyasına bu ilk ve tek konukluklarında beklenmeyen bir ikili oluşturuyorlar…

Saygılarımla
Eray Eliçora


18 Aralık 2013 Çarşamba

Zevk Bahçesi

   Patsy, Pleasure Garden müzikalindeki koroda şarkı söyleyen bir kızdır. Koroya zor şartlarla alınmıştır. Koroda işe başladıktan sonra, diğer dansçı kız olan Jill ile tanışır. Jill hayatında talihsizlikler yaşamıştır ve dansçı olarak çalışmaktadır. Jill maceraperest Hugh Fielding ile tanışır ve nişanlanır, ancak Hugh yurt dışına gittiğinde, Jill, başkalarıyla beraber olmaya başlar. Patsy en yakın arkadaşının yurt dışındaki kocasını bir pensle aldattığını görür ve onu uyarır. Kendi eşi de iş için uzaklara gider ve Patsy’yi unutacaktır. Patsy eşine gittiğinde aldatıldığını görür ve yeni kararlar alır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


17 Aralık 2013 Salı

39 Basamak

   Dairesinde bir genç kız bıçaklanarak öldürülünce, Londra’da tatilini geçirmekte olan genç Kanadalı rençber Richard Hannay kendini casusluk ve cinayet içeren gizemli bir maceranın ortasında buluyor. Kız, ölümünden önce Hanney’e İngiltere’den kaçırılmakta olan çok gizli birkaç sırdan söz ediyor. Sinsi casusluk şebekesi liderinin, sağ elinin küçük parmağının bir parçasının kesik oluşundan tanınabileceğini anlatıyor, sonra da 39 Basamak’la ilgili bir şeyler söylüyor. 39 Basamağın sırrını çözmek, casus çetesini ortaya çıkarmak ve kendini cinayet suçlamasından temizlemek içinse Hanney’in sadece 48 saati vardır…
Hitchcock’un zaman içinde klasikleşen, kendini sıradışı bir olayın ortasında bulup, yaşamı ve onuru için savaşmak zorunda kalan masum adam temasıyla, 39 Basamak yönetmenin en iyi filmlerinden birisi olarak gösteriliyor…

   Bir dostum bana Gus Van Sant ”Sapık” filminin,Alfred Hitchcock’un filminin aynı sokaktan bile geçemeyeceğini söylemişti; sanırım burada senaryodan çok kurgu devreye giriyor. Senaryo ve kurgu…Freud psikanalizde kırk yıl şu soruya cevap aradı ve bulamadı: ”Kadınlar ne ister?”. Benim sinema,edebiyat ve diğer sanatlar için sorum şu olacak: ”Zaman neyi eskitemez”…

Saygılarımla
Eray Eliçora


16 Aralık 2013 Pazartesi

Öldüren Hatıralar

   Hitchcock’un düş sekansları için ressam Salvador Dali’yle çalıştığı film, göreve yeni atanan müdürünü bekleyen bir akıl hastanesinde başlıyor. Doktor Ballantine’in gelişiyle merakları bir kat daha artan hastane sakinleri, doktorun kimi tuhaf hallerine anlam vermekte zorlanacak, hatta içlerinde onun katil olduğunu ileri sürenler bile olacaktır…
Gerilim sinemasının büyük ustası Alfred Hitchcock “Spellbound”da Sigmund Freud’un psikanaliz teorileriyle bir cinayet çözümlemesi yapıyor…

Yapım Yılı: 1945
Gösterim Tarih: 28 Aralık 1945
Senaryo: John Palmer, Angus MacPhail, Ben Hecht, May E. Romm
Ülke: ABD
Filmin Süresi: 111 Dakika
Oyuncular: Ingrid Bergman, Gregory Peck, Michael Chekhov, Leo G. Carroll, Rhonda Fleming, John Emery, Norman Lloyd, Bill Goodwin, Steven Geray, Donald Curtis, Wallace Ford, Art Baker, Regis Toomey, Paul Harvey, Jean Acker, Irving Bacon, Richard Bartell, Harry Brown, Joel Davis, Edward Fielding, Alfred Hitchcock, Teddy Infuhr, Victor Kilian, George Meader, Matt Moore,Constance Purdy, Addison Richards, Erskine Sanford, Janet Scott, Clarence Straight, Dave Willock

 Saygılarımla 
Eray Eliçora



15 Aralık 2013 Pazar

Kapri Aşıkları

   1831 yılında Charles Adare isimli bir İrlandalı yeni bir gelecek umudu ile Avustralya’ya, yeni bir göreve getirilmiş amcasının yanına gider. Burada zengin bir işadamı olan Sam Flusky ile tanışır. Sam, uzun yıllar önce karısının erkek kardeşini öldürmüştür ve şimdi başarılı bir işadamı olmuştur. Fakat karısı Lady, şiddetli bir depresyon geçirmektedir. Kendini içkiye veren Lady’nin hayattan umudu kalmamıştır…
Aralarında bir iş ortaklığına dönüşen bu tanışma sonucunda Sam, genç adamı evine davet eder. Charles, Sam’in karısı Leydi Henrietta’yı çocukluğundan hatırlamaktadır; Henrietta Charles’ın kız kardeşinin eski bir arkadaşıdır. Charles kısa bir süre sonra Henrietta’nın gerçek bir alkolik olduğunu ve kadını evdeki kahyanın yönettiğini görür. Henrietta ile aralarındaki dostluk ilerledikçe, Sam kıskanmaya başlar…

Yapım Yılı: 1949
Gösterim Tarih: 8 Ekim 1949
Senaryo: John Colton, Margaret Linden, Helen Simpson, Hume
Ülke: İngiltere
Filmin Süresi: 117 Dakika
Oyuncular: Ingrid Bergman, Joseph Cotten, Michael Wilding, Margaret Leighton, Cecil Parker, Denis O’Dea, Jack Watling, Harcourt Williams, John Ruddock, Bill Shine, Victor Lucas, Ronald Adam, Francis De Wolff, G.H. Mulcaster, Olive Sloane, Maureen Delaney, Julia Lang, Betty McDermott, Ivor Barry, Martin Benson, Ronnie Hill, Alfred Hitchcock, David Keir, Roderick Lovell, Lloyd Pearson, Richard Turner

Saygılarımla
Eray Eliçora


14 Aralık 2013 Cumartesi

Sahne Korkusu

   Polis tarafından izlenen Jonathan Cooper, Kraliyet Tiyatro Akademisi’nde ümit vaad eden bir oyuncu öğrenci olan eski arkadaşı Eve Gill’in evine sığınır. Suç mahallinden kaçarken görülen Cooper, masum olduğunu iddia etmektedir. Aktris Charlotte Inwood’un kocasının ölümünün üstüne yıkılmaya çalışıldığı, bunda da kadına olan tutkusundan yararlanıldığı konusunda ısrar etmektedir. Eve, Jonathan’ın öyküsüne inanır ama polisin ona inanmayacağının da farkındadır; bu yüzden dedektifçiliki oynamaya karar verip hizmetçi kılığına girer ve Charlotte’un evine yerleşir. Amacı, Charlotte’un güvenini kazanıp, Müfettiş Wilfred Smith’in yardımıyla, Charlotte’un katil olduğunu kanıtlamaktır…
Hitchcock’un en az takdir edilen yapıtlarından biri olan Sahne Korkusu, karmaşık olay örgüsü, sürprizleri, irili ufaklı şaşırtmacaları ve en çok da baştaki asılsız geri dönüş sebebiyle bazı izleyicileri tedirgin etmiştir…

Yapım Yılı: 1950
Gösterim Tarih: 15 Nisan 1950
Senaryo: James Bridie, Ranald MacDougall, Whitfield Cook, Alma Reville
Ülke: İngiltere
Filmin Süresi: 110 Dakika
Oyuncular: Marlene Dietrich, Andre Morell, Jane Wyman, Richard Todd, Irene Handl, Everley Gregg, Helen Goss, Kay Walsh, Susanne Gibbs, Petra Davies, Cyril Chamberlain, Joyce Grenfell, Alastair Sim, Sybil Thorndike, Miles Malleson, Patricia Hitchcock, Alfie Bass, Michael Wilding, Ballard Berkeley, Hector Macgregor


Saygılarımla
Eray Eliçora


6 Aralık 2013 Cuma

Şantaj

   Alfred Hitchcock’un gerilim filmi Şantaj, “İngiltere’nin ilk sesli filmi” olarak sinema tarihindeki yerini garantilemiş durumda. Ama bu yapıt önce sessiz bir film olarak çekilmişti ve arşivciler ile sinema tarihçileri her ne kadar daha iyi olduğunu söyleseler de, sessiz versiyon hiçbir zaman hak ettiği üne kavuşamadı. Şantaj’ın sessiz versiyonu Hitchcock’a “Gerilimin Ustası” ünvanını kazandıran bütün öğeleri barındırıyordu…
Genç ve güzel bir kız olan Alice White, bir lokantada yakışıklı ve iyi giyinmiş bir yabancıyla flört ettikten sonra, Scotland Yard detektifi olan sevgilisi Frank Webber’le tartışır ve yabancının kolunda oradan ayrılır. Adam, Alice’in babasının puro dükkânının yakınında oturan bir ressamdır ve Alice’i stüdyosuna davet eder. Adam stüdyoda ona tecavüz etmeye kalkınca, kendini korumaya çalışan Alice ressamı öldürür.
Cinayetin soruşturmasını yürüten Webber, Alice’in katil olduğunu hemen anlar, ancak bu gerçeği üstlerinden saklar. Alice’in ressamın evine girdiğini gören şüpheli biri ona şantaj yapmaya başlayınca durum daha da karmaşık bir hâl alacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


5 Aralık 2013 Perşembe

Sabotajcı

   Uçak fabrikasında çalışan Barry Kane, fabrikasını sabote etmek ve bir iş arkadaşının ölümüne yol açmakla suçlanmaktadır. Aslında, kimsenin şüphelenmeyeceği Amerikalı hayırsever Charles Tobin’in başını çektiği, bir Nazi casus şebekesi suçu onun üzerine yıkmıştır. Kane, gerçek sabotajcının peşinde Los Angeles’tan New York’a tüm ülkeyi kateder. Tabii ki bu arada polis de onun takip etmektedir. Yolda yanına Patricia Martin adında isteksiz bir “yol arkadaşı” da alır. Kız önceleri Kane’i küçümsemekte ve onu ilk fırsatta yetkililere teslim etmek istemektedir ama genç kız yavaş yavaş Kane’in masum olduğunu anlayacaktır…

Yapım Yılı: 1942
Gösterim Tarih: 24 Nisan 1942
Senaryo: Peter Viertel, Joan Harrison, Dorothy Parker, Alfred Hitchcock
Ülke: ABD
Filmin Süresi: 109 Dakika
Oyuncular: Robert Cummings, Priscilla Lane, Otto Kruger, Alan Baxter, Clem Bevans, Norman Lloyd, Alma Kruger, Vaughan Glaser, Dorothy Peterson, Ian Wolfe, Frances Carson, Murray Alper, Kathryn Adams, Pedro de Cordoba, Billy Curtis, Marie LeDeaux, Anita Sharp-Bolster, Jean Romer, Lynne Romer, Oliver Blake, Al Bridge, Ralph Brooks, Paul E. Burns, Don Cadell, Jack Cheatham, Hans Conried, Kernan Cripps, Sayre Dearing, Helen Dickson, Ralph Dunn, John Eldredge, Paul Everton, Pat Flaherty, James Flavin, Eddie Foster, Jack Gardner, Eugene Gericke, Art Gilmore, Gus Glassmire, William Gould

Saygılarımla
Eray Eliçora


4 Aralık 2013 Çarşamba

"Topaz" İle "Alfred Hitchcock" Sinemasına Giriş

   Dünya, Soğuk Savaş’ın etkisindeyken kıdemli bir KGB üyesi Amerika’ya gönderilir. Gizli kimliğini açığa çıkarmayacak kadar işinin ehli olan kahramanımız, Amerika’nın ana konusu olan Fidel Castro ve Küba’da hiçbir Amerikan örgütünün kalmaması ve bir takım önemli evrakların yabancı ellere geçmiş olması ihtimali yüzünden harekete geçecektir…
Usta İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock’un bilinmeyenlerinden biri olan “Topaz”, 1969 senesinde vizyona girdi. Leon Uris’in kitabından uyarlanan film, 4 Milyon Dolar gibi bir bütçeyle çekildi. Ne İngiliz, ne de Amerikan seyircisinden beklediği ilgiyi görebilen Hitchcock, filmde rol alması için anlaştığı, ancak çeşitli sebepler yüzünden birlikte çalışamadığı Paul Newman’a küsmüş ve bir daha aktörle çalışmamıştır…
Uluslararası sorunlar ve örgütler üzerinden klasik bir Hitchcock kurgusu olan film, Sovyetler’den Amerika’ya, oradan da Küba’ya giderek örtbas edilen mevzuları ortaya çıkarıyor…

   Karamsar, yalnız ve depresif bir çocukluk geçirdiğini, hiç arkadaşı olmadığını anlatır Hitchcock anılarında. Sanırım bu kuvvetli gözlem gücü ve ayrıntılara düşkünlüğü de o günlerden kalma diyebiliriz. Soğuk savaş dönemine kendisi de kayıtsız kalmamış bu filmi çekmiş; en az ilgi gören filmlerinden biridir diyebiliriz. Birbirini ve ülkesini satan casuslar, anlamsız çıkar ilişkileri ve Bondvari bir casusluk olsa da bir Hitchcock filmi sonuçta. Elbette paranın tek dönüşüm ve gelişim aracı kabul edildiği yeni dünya düzeninde bunlar normal şeyler. Küba hep kötüdür ve hep bugün dahil ambargo altındadır. Yine de sıradan bir casusluk filmidir gibi bir kanıya da varmak istemem. Sonuçta estetik göreceli bir kavram. Bu filmin siyasi göndermelerini bilinçli seyirciye ve en büyük yargıç olan zamana bırakalım gitsin.

Saygılarımla
Eray Eliçora


3 Aralık 2013 Salı

İz Sürücü

   Bir nevi kıyamet sonrası gelecekte, isimsiz bir ülkedeyiz. Düşen dev bir meteor açıklanması güç olaylara sebep olmuştur. Yarattığı etki Zone adı verilen bir alanda etkili olmaktadır. Bu alanın ortasında yer alan bir odada insanlığın en derin tutkularını gerçek yapacağı söylenen bir güç vardır. Dikenli teller ve askerlerle korunan Zone’a sadece zihinsel güçleri ve yeterli cesaretleri olan Stalker’lar girebilmekte ve eşlik ettikleri insanları odadaki güçle yüzleşmeye götürmektedirler. Kahramanımız da böyle bir Stalker’dır. Karısının itirazlarına rağmen bir bilimadamı bir de yazarı yanına alarak hayatının yolculuğuna çıkar…
Meşhur Rus bilim kurgu yazarı Arkadi ve Boris Strugatsky kardeşlerin Yol Kenarında Piknik isimli romanından uyarlanan Stalker ile Tarkovsky, Solaris’te bıraktığı yerden psikoljik bilim kurguya geri dönüyor. Film göründüğünden daha çok alegori ve sistem eleştirisi içerse de yönetmen bunu ustaca alt katmanlara yerleştirmeyi beceriyor…
Benim gözümde ‘fikri bunalım’ her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur.Zira bence, ‘fikri bunalım’ kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır.Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüzyüze gelmekten çekinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır.Başka türlü olması da beklenebilirmi?Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına karşın ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı?İşte bu çelişki, hareketin uyarıcısı, ama aynı zamanda acılarımız ve umutlarımızın kaynağıdır.Bizim fikri derinliğimizin, manevi imkanlarımızın onayıdır.
Stalker, işte bu düşünceler etrafında döner.Filmin başkişisi umutsuzluk anları yaşar.İnançları sarsılır.Genede her seferinde, umutlarını ve hayallerini yitirmiş insanlara hizmete adanmış olduğunu yeniden hisseder…
Senaryonun yer, zaman ve mekan birliğini koruması bu filmde benim açımdan son derece önemliydi.Ayna’da filmin kahramanını kaçınılmaz varoluş sorunlarıyla yüz yüze getiren olgular karmaşasını; belgesel malzemeyi, rüyaları, hayalleri, umutları, öngörüleri ve anıları kurgulamak beni daha çok cezbederken, Stalker’de kurgu parçaları arasında zamansal bir atlamayla çok özen gösteriyordum.Zaman akışının bu filmde, tek bir çekim içinde anlaşılmasını, yani kurgunun yalnızca eylem sıralamasını belirlemekle yetinmesini istiyordum.Çekimde ne bir zaman fazlalığı olmalıydı ne de çekim, yalnızca dramaturjik bir malzemeyi düzenleme işlevini yürütmeliydi.Her şey, sanki ben bütün filmi tek bir çekimle tamamlamışım gibi bir etki yaratmalıydı.Bu tür sadelik, hatta tutumluluk, bana çok büyük bir imkan sağlarmış gibi geliyordu.Sonuçta dış etkenleri olabildiğince az kullanmamı engelleyecek ne varsa hepsini senaryodan attım.Genel filmsel inşada sade ve mütevazi bir yapıya kavuşmak istiyordum…
(Andrey Tarkovski:Mühürlenmiş Zaman)

   Öncelikle şunu belirteyim film insanın duyu organlarıyla hissedebildikleri gerçektir olgusunun aksi yönünde bir tavır sergilemektedir.Tabi bunun yanında çok farklı yorumlayabileceğimiz şeyler.. Bu film çok farklı şekillerde yorumlanabilir.Gerçeği aramak, insanın kendini keşfetmesi ve mutluluk.İnsanlar ne zaman mutlu hisseder kendilerini ? Gerçeğe ulaştıklarında mı ? Yoksa ulaşmış olduğu hedefin onun için anlamıdır mı mutluluk ? ”Gerçeği ararken, gerçeği keşfedeceğime, onun değiştiğini görüyorum.” Aslında burda gerçeği aradıkça gerçeğin değiştiği vurgusu yapılmaktadır.Mesela şu şekilde.Şimdiki zaman ve gelecek.Ama geleceğe gittiğimizde gelecek zaman şimdiki zaman olur.Burda insanın gerçekliğin imkansız olduğunu mu yoksa insanın ulaştığı yerin insanı tatmin etmemesi midir yönetmenin anlattığı bilmiyorum.Diyorum ya farklı şekillerde yorumlanabilir. Stalker bölgeye giderken iyilerin geçebileceğinden bahseder.Ve umutlu olmayanların.Burada dini bir göndermesi var yönetmenin.Fakat umut Tanrıya ulaşma çabası mıdır ? ”En güvenli yol en uzun yoldur” Mutluluğa ulaşmak için sabretmeliyiz.Mutluluğa ulaşmak için geri adım atmamalıyız vazgeçmemeliyiz. Yönetmenin Bölge dışındaki tüm sahneleri renksiz, bölge’de ise renkli çekimler kullanması bölge’ye anlam katmak amaçlı olmuş.Çünkü Hayatımızın sıradan olduğuna bu şekilde vurgu yapılmıştır.Yada bunun aksine Stalker’in en küçük ilgiçlik olgusundan mutlu olması bunun tersi bir durumdur. Bu arada Bölge demişken ; Bölge ulaşılması güç bir yer.Gidenlerin geri dönemediği söylenen bir yer.Oraya sadece stalker yani iz sürülerin yardımıyla gidilebiliyor.Stalker bu bağlamda sanki bir aracı.İnsan öldükten sonra Yaratıcının karşısına çıkma yolunda giderken yalnız mıdır yoksa yaratıcının ruhani varlıkları insana eşlik etmekte midir ? Yönetmenin totaliter rejimi eleştiren bir tavrı var ayrıca.Mesela Stalker’in bahsettiği iyilerin geçmesi kötülerin ise cezalandırılması, kurallara göre oyunu oynamak, kanunlara uymak vs. vs. ”Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir.Öldüğü zamansa kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır.Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz.” Filmi izledikten sonra sadece şu film için bile yönetmen hakkında çok şey düşünülür ? Evet bir sinemacı.Ama filmin her sahnesini gördüğünüzde o sahneleri birer tablo haline getirirseniz yönetmenin sanatçı oldugunu görürsünüz.İyi bir gözlemci.Bu bağlamda bir Ressam. Peki ya filmin anlatımı.Kamera hareketlerinin az kullanıldığı filmin replik sunumları müzikler şiirsel bir şekilde kulağımıza sokuluyor. Bu filmden çıkardığım anlamlar ve aklıma gelen sorular benim yorumladıklarımdır.Bu filmden farklı şeyler anlamak filmi anlamamak değildir.Öyle bir film ki herkes farklı şekilde anlayacaktır ve yorumlayacaktır.

Yapım Yılı: 1979
Gösterim Tarih: 17 Nisan 1980
Senaryo: Arkadi Strugatsky, Boris Strugatsky, Andrei Tarkovsky
Ülke: Sovyetler Birliği
Filmin Süresi: 163 Dakika
Oyuncular: Alisa Freyndlikh, Aleksandr Kaydanovskiy, Anatoliy Solonitsyn, Nikolay Grinko, Natasha Abramova, Faime Jurno, E. Kostin, R. Rendi, Sergei Yakovlev, Vladimir Zamanskiy

Saygılarımla
Eray Eliçora


2 Aralık 2013 Pazartesi

Andrei Rublev

   15. yüzyılda Tatarların saldırıları altında inleyen Rusya’dayız. Andrei Rublev hem bir keşiş hem de ikona ressamıdır. Barbarlık, şiddet ve kana kontrast olarak doğanın mucizevi güzelliği ve inanç Rublev’in beslendiği kaynaktır. Ne var ki bir köylü kızını tecavüzden kurtarmak için bir adamı öldürmek zorunda kaldığında hayatı ve Tanrı inancını yeniden sorgular. Yaratıcılık ateşinin, konuşmama ve resim yapmama yemini eden Rublev’in içinde yeniden yanmaya başlaması için toy bir delikanlının dev bir çan imal etmesini seyretmesi gerekecektir. Bu aslında sanatçı keşişin eserlerine gerçek renk ve hayatın da gelmesinin işaretidir…
Einsenstein’ın Korkunç İvan’ıyla birlikte geçen yüzyılın en önemli sinema yapıtlarından biri sayılan Andrei Rublev’in gün yüzü görmesi için uzun bir süre geçmesi gerekti. Dış dünyadaki romantiklerin sandığını aksine Sovyetler Birliği sadece resmi ideolojinin dümen suyundan çıkmayan sanatçıları baştacı ediyordu. Uzun yıllar engellenen, defalarca sansürlenen ve montajlanan film, 70′li yıllardan itibaren yavaş yavaş kendini uluslararası arenada göstermeye başladı…

Film hakkında Dücane Cündioğlu Yazısı:
Andrei Rublev (1966), tartışmasız Tarkovsky’nin opus magnumudur.
Bir şah-eser.
Sanata dair bir şah-eser.
Sanatın gereksindiği özgürlüğe dair.Yasaklanır bu yüzden.Henüz ikinci filmidir.Ne Stalker, ne Solaris, ne Nostalgia, ne Zerkalo, ne Offret…Bütün eserlerinin zirvesinde Andrei Rublev yer alır.
Tarkovsky’nin ufku her yeni adımında yukarılara yükselmez sanıldığı gibi, bilâkis adım adım aşağıya iner. Genişler. Ovaya yayılır.
Tohumun ağaca dönüşmesi gibi büyür içgörüleri. Ağaç tohumda saklıdır.
- “İnsanlara insan olduklarını daha çok hatırlatmalıyız” der Tarkovsky.
Sanat işbu duyarlılığın bir gerecidir.
Filmleri de insana insan olduğunu daha çok hatırlatmanın bir aracı
Filmin en önemli karakterlerinden biri de İvan Lapikov’un canlandırdığı Kirill.
Gerçekte Judas’ın ta kendisi. Yahuda’nın.Hasedin yiyip bitirdiği adam.Miloş Forman’ın ünlü yapıtı Amadeus’un (1984) baş karakteri Antonio Salieri’nin selefi.Aradaki fark, Kirill bir Rus gibi pişman olur. İtirafı da Rusçadır.
Salieri gibi istidad yoksunluğuna dayanamaz bir türlü. İstidadı, kabiliyeti olmadığı için sonunda bir hiç olacağına inanır. Tanrı’yla başı belâya girer. Adaletinden kuşkuya düşer çünkü.İstidada sahip olmak için önce inanması gerektiğini bilemez.
Kime? Neye?
Kendi dışında bir noktaya sadece. Dışında ve üstünde…
Andrei Rublev gibi.
O önce derviştir. Sanatın ilk koşulunun sanatçının özgürlüğü olduğuna inanır
Özgür ruhların işidir sanat. Tıpkı dervişlik gibi.Masumdur. Bir bebek kadar.Bu yüzden kirlendiğini hisseder her defasında. Günahlarını…

Saygılarımla
Eray Eliçora


1 Aralık 2013 Pazar

İvan'ın Çocukluğu

   12 yaşındaki Ivan’ın çocukluğu, annesi ve ablasının faşistler tarafından gözlerinin önünde öldürüldüğü gün biter. Ivan’ın babası da savaşta ölmüştür. Yetim kalan Ivan, orduya bağlı çalışan bir kurumda, yetenekli bir casus olarak görev yapmaya başlar…
Büyük Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’nin ilk uzun metrajlı filmidir. Sinema dünyasından büyük ilgiyle karşılanmıştır. Dünya çapında tüm eleştirmenleri, dünyada, savaş üzerine çekilmiş en güçlü dram filmi olduğu konusunda hem fikir olmuşlardır…

   Tüm ailesi savaşta öldürülmüş bu nedenle askeri okula gitmeyi reddederek kendiliğinden savaşa katılmış kimsesiz İvan’nın, yalnızca düşlerde kalan çocukluğu...İntikam amacıyla 12 yaşında erkenden olgunlaşmak zorunda kalıp, istihbaratçı göreviyle, savaşın bir parçası olmak...Mutluluk artık sadece geçmişte ve küçük İvan ona sadece düşlerde ulaşabiliyor. Savaş tüm insanı şeylerin üzerini örtmüştür, buna kayın ormanındaki aşk üçgeni bile dahildir. Ormanın gizemi ve labirentliği adeta sevgiyi de çıkmaza sokmuştur.8 kişiyiz... Hiçbirimiz 19 yaşından büyük değil... Bir saat içinde kurşuna dizileceğiz... İntikamımızı alın...Savaşı belki de İvan’ın karşılaştığı bu duvar yazısı, bildik savaş sahnelerinden daha iyi anlatıyor. Yine savaş gerçeğini iyi vurgulayan iki ölü beden üzerindeki ‘hoş geldiniz’ yazısı. Hele karısını alman askerlerin öldürdüğü ve hala çatısı olmadığı halde ocağı yanan evin kapısını kapatan aklını yitirmiş adam sahnesi...İşte gerçek savaş içinde yalnız kalınca, düşlerine geri dönüş yaparak savaş oyunu oynamak zorunda kalan İvan’ın hikayesi. Ailesi olmadığından ordudaki subayları aile edinen ve savaşın nasıl bir şey olduğunu onun akıbeti ile öğreneceğimiz bir Tarkovsky filmi. Tarkovsky nin bu ilk uzun metrajlı filmini, isterse renkli çekebilecekken siyah beyaz çekmiş ve bir savaşı bildik abartılı savaş efektleri, top sesleri, taarruzda ölen askerler vb kalıpları kullanmadan çekmiş... Tüm yağmur sahneleri etkileyici, tüm geri dönüş plan sekansları başarılı, ayrıca, ormandaki öpüşme sahnesi en etkileyici ve en ilginç sahnelerden birisi...İnanırım ki, Tarkovski çekiminde, kamerayı durdurup kadraj içindeki resme baktığınızda bile mükemmel bir fotoğraf görürsünüz. Tarkovsky hiç de bildik kahramanlık gösterisi şeklinde bitirmiyor filmin finalini. Gerçeğe ve savaşa yakın bir son bekliyor bizi...Belki de onun bu gerçekçiliği onu büyük kılan özellik. Savaş dramını gerçek cepheleriyle anlatan ve Tarkovsky sinemasına başlayabileceğiniz bir film. İzleyin...

Saygılarımla
Eray Eliçora