31 Ocak 2014 Cuma

"Küre" İle "Barry Levinson" Sinemasına Giriş

   Bir grup bilim adamının Pasifik Okyanusu derinliklerinde keşfedilen batık bir gemi üzerinde yaptıkları araştırmanın öyküsü. Okyanusun 1000 feet derinindeki bu gemide araştırmacılar büyük bir küreyle karşılaşırlar. Amerikan ordusu bunu bir U.F.O olarak nitelendirir. Araştırma ekibi kürenin içinde ”Amerika – 2048” yazılı bir bilgisayar klavyesi bulurlar. Kürenin zamanlar arasında yolculuk yaptığına ve kara delikten geçmiş olduğuna inanmaya başlarlar. Deniz altında, tam anlamıyla dünyadan izole, klostrofobik bir ortamda, üçyüz yıllık olduğu tahmin edilen bu geminin sırlarını ortaya çıkartmaya çalışan ekip, burada kendi paranoyalarıyla karşı karşıya kalır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


30 Ocak 2014 Perşembe

Pink Floyd Duvar

   Pink Floyd’un 1979 yılında yayınladığı albümle aynı adı taşıyan film, görüntüleri ve elbette müzikleriyle ön plana çıkıyor. Grubun efsanevi albümünün hakkını fazlasıyla veren film, şüphesiz bütün zamanların en iyi müzikallerden.Diyalogun kullanılmadığı, kesintisiz müzikle ve karikatürist Gerald Scarfe’nin çizimleriyle süslü film, uzun ve eşsiz bir klip havasında. Bob Geldof’un başarılı ounculuğuyla göz doldurduğu filmin yönetmeni, ülkemizde pek de iyi bir şöhrete sahip olmayan Gece Yarısı Ekspresi filminden tanıdığımız Alan Parker…

   Bu film, savaşa, kapitalist eğitim sistemine, bireyin iktidarlar tarafından ezilmesine ve kendilerine uygun robotlaştırarak yok edilmesine karşı bir manifesto.Eğitime ihtiyacımız yok.Düşünce denetimine de ihtiyacımız yok.Sınıflarda aşağılanmaya da.Öğretmenler rahat bırakın çocukları.Diyor Pink Floyd.İnsan şöyle bir düşünüyor da bu filmi izlerken ha ABD, ha Türkiye, bizi her zaman kontrol ediyorlar, bizim iyiliğimiz için değil, bize güzel şeyler sunmak için değil, bir şeyler vermek için hiç değil, onlara karşı bir tehlike oluşturuyor muyuz, sisteme muhalefetimiz var mı diye.Olacak bir yürüyüşe karşı her türlü önlemi alıyorlar ama, insanların geleceğini güvenceye almak için bir önlem almıyorlar.Bu ülkenin serveti 1 milyar dolardan yüksek 300 ailesi sadece 50 milyonar dolar ortaya koysa bu ülkenin yoksulluk, eğitim, konut, işsizlik ve bir çok sorunu çözülebilir ses çıkarmıyorlar. Bizi Mobeselere alıyorlar, telefonlarımızı dinliyorlar, takip ediyorlar, birilerine soruyorlar, PC lerinde özel sayfa açıp fişliyorlar, militarizmi ve askerliği zorunlu kılıyorlar, her Türk asker doğar diyorlar, her Türk neden sanatçı doğmaz, neden bilim adamı doğmaz, neden sporcu doğmaz bunları saklıyorlar, vergilendirilmiş kazanç kutsaldır diyorlar ama herkesten adaletli toplamıyorlar, nerelere harcadıklarını söylemiyorlar, ne kadar gaz, ne kadar Toma aldıklarını, ne kadar lüks makam otosu aldıklarını söylemiyorlar, devlet imkanlarıyla seyahatleri söylemiyorlar, gizli ödeneklerden kimlere neler ödendiğini söylemiyorlar, bazı ülkelerle bazı örgütlerle ne anlaşmalar yaptıklarını söylemiyorlar, kimlerin İsviçre banklarında şifreli hesapları var söylemiyorlar. Eğitim sistemimizi kangren etmişler, parasız eğitim kalitesiz, parayla dershaneye zorluyorlar, günlük hayatta kullanmadığımız türev, limit, entegralle kafamızı şişiriyorlar, sayıları tam öğretmeden karmaşık sayıları öğretiyorlar, hiçbir zaman günlük hayatta kullanmayacağımız yumuşakçalarların sindirim sitemini öğretiyorlar, tarihimizi çarpıtıp şişirip abartıyorlar, Resmi tarih gerçeği söylemiyor,Viyana’dan dayağı yiyip dönersek, Viyana kapılarına dayandık oluyor, Orta Asya’yı, Çinliler ve Moğollardan yediğimiz dayaklardan dolayı terk etmemizi, iklim bozuldu onun için çıktık diye anlatıyorlar, İslam dinine geçmemizin sebebinin Talas savaşında, Çinlilere karşı bizi kurtaran Araplara, diyet borcumuz olmasından dolayı olduğunu saklıyorlar, kurtuluş savaşında İzmir’e ilk çıkan Yunanlıların tören ve bandolarla karşılandığını, 60.000 kişilik ordumuzun 28.000 inin silahlarıyla beraber savaş öncesi kaçtığını, İngiliz Mandasının savunan Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Dürrizade Abdullah Efendi nin Mustafa Kemal ve arkadaşları vatan hainidir öldürün fetvasına karşı, ancak başka bir hocadan, düşmana karşı vatanı savunmamak ihanettir fetvası çıkarılarak Kuvvai Milliyecilerin savaşın kaderini çevirebildiğini, ve halkın linçinden kurtulduklarını ancak Kemal Tahir romanları ve Turgut Özakman’dan öğreniyoruz. Ruslarla beş kez savaşıp hepsinde yenildiğimizi, 6-7 eylül olaylarında Rumların evlerini yakıp karılarına tecavüz ettiğimizi, Tunceli ilimizi 1938 de kendi uçaklarımızla bombalayıp 40.000 kişiyi katlettiğimizi, K.Maraş’da 2500 Aleviyi bir gecede kadın çocuk boğazladığımızı, Sivas’ta 37 saz sanatçısını canlı canlı yaktığımızı, hep Vikipedia’lardan öğreniyoruz. Yurtdışındaki işçilerimizin yok İhlas, yok Deniz Feneri, yok Kombassan kar payı verecek faiz günahtır diye dolandırılarak soyulduğunu bize unutturmak istiyorlar. Kısacası dostlar, Pink Floyd az bile söylüyor.Belki de söylediklerinin yetersiz kaldığını bildiği için bağırıyor. Evet okul sınıflarında aşağılanmaya, sizin eğitim sisteminize, düşüncelerimizi denetleyerek sisteminize uydurmanıza ihtiyacımız yok. Mutlaka izleyin.

Saygılarımla
Eray Eliçora


29 Ocak 2014 Çarşamba

Kuş

   İki Vietnam gazisinin ilk gençlik yıllarında başlayan ve savaş yaralarını sarmalarını olanaklı kılan az bulunur dostluklarını anlattığı için de bütün dünyada takdirle karşılandı. Biri ruhsal, diğeri fiziksel yaralar alarak Vietnam’ı terk eden gencecik iki insanın öyküsü, izleyenleri savaş denen şey üzerine düşündürecek nitelikte…

   Olaganustu bir dostluk oykusu,temelinde American politikalarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan genclerin tuhaf bir savaş sonrası hayallerinin bile paramparça edilmesini konu eden,benim cok cok guzel bulduğum bir film tavsiye ederim.Film de 2000 kus kullanilmis.Birdy 400 saat tedavi goren hastalari incelemis,AL’in savaş sonrası yürüme sahneleri icin ayakkabilarinin icine çakıl taşı konulmuş vs. savaşlar kanser hucreleri gibidir bulaşan herkesi yok eder...

Saygılarımla
Eray Eliçora


28 Ocak 2014 Salı

Mississippi Yanıyor

   Yıllar önce ABD’de sadece renkleri farklı diye insanların uğradığı aşağılama, dayak ve her türlü zorbalığa maruz kalan siyah insanların hikayesinin anlatıldığı filmin konusu; 1964 yılında Ku Klux Klan adlı gizli bir tarikatın 3 kişilik sivil insan hakları savunucusunun öldürmesi üzerine araştırma başlatan FBI, Anderson ve Ward adında iki ajan görevlendirir…

   Kendisi de bir Güneyli olan tecrübeli ajan Anderson, oralılarla nasıl iletişim kurulacağını gayet iyi bimektedir ve soruşturmayı kendine has yöntemlerle yürütür. Genç Ajan Ward ise daha çok idealisttir ve delilleri ince eleyip sık dokumaktadır. İki ajanın yanısıra valiyi, şerifin bürosunu, Ku Klux Klan’ı ve göründüğünden daha fazlasını barındıran esrar perdesini kaldırmak kolay olmayacaktır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


27 Ocak 2014 Pazartesi

"Şeytan Çıkmazı" İle "Alan Parker" Sinemasına Giriş

   Louis Cypher adlı gizemli bir müşteri, özel dedektif Harry Angel’dan Johnny Favourite adında bir adamı bulmasını ister. Verilen ipuçlarını değerlendiren Angel, hedefine doğru ilerledikçe bir takım doğaüstü olaylarla karşılaşır. Dahası, aranan kişiye dair bilgi aldığı herkes vahşice öldürülmektedir. Polisin suçu kendi üzerine atmasından korkan Angel, her şeye rağmen görevini getirmeye çalışır. Bu sırada voodoo büyüsü yapan siyah bir kızla arasında bazı yakınlaşmalar başlar. Louis Cypher’ın gölgesi her an Angel’in peşindedir…
Filmde önemli rollerde Mickey Rourke ve Robert De Niro’nun yanı sıra, bir dönem TRT ekranlarında gösterilen Cosby ailesinin büyük kızı Denis rolü ile hatırlanan Lisa Bonet var…

   Bir “başyapıt” tartışması açmak istemem ama,adı ülkemizde tukaka olmuş sıkı bir yönetmenin bence en iyi çalışması.Unutulmayacak sahnelerle, 50′li yılların kara filmleri ve polisiyelerine çok şık göndermelerle dolu enfes finaliyle ve titiz işçiliğiyle unutulmaz bir film…oyuncular ( De Niro hariç, o biraz kafa yapma modunda) yaptıkları işe 4 elle sarılmışlar.Rourke hakkı teslim edilmemiş bir baş aktör olduğunu haykırıyor adeta...

Saygılarımla
Eray Eliçora


26 Ocak 2014 Pazar

Soğuk Dağ

   Amerikan İç Savaşı sona erdiğinde, yaralı bir asker sevdiği kadına ulaşmak için yolculuğa başlar. Yaralı bir asker olan Inman, sevdiği kadın olan Sara’ya ulaşmak için oldukça uzun bir serüvene atılır. Inman, sevdiği kadın olan Ada’ya doğru yol alırken, Ada babasının çiftliğinde yeniden düzeni sağlamaya çalışmaktadır. Ada bu düzeni sağlamaya çalışırken savaş sonrası herşeyin değiştini görür. Ve kendisi her ne kadar istemese de bu yeni dünyayla ve düzeniyle yüzleşmek zorundadır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


25 Ocak 2014 Cumartesi

"İngiliz Hasta" İle "Anthony Minghella" Sinemasına Giriş

   Micheal Ondaatje’ nin aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film, II. Dünya Savaşı İtalya’sından Kuzey Afrika’nın savaş öncesi çöllerine kadar aşk, benlik ve savaşın öyküsünü anlatıyor. Minghelle, film boyunca aşkın farklı türlerini getiriyor karşımıza; Hana’nın hastasına duyduğu şefkat, Kip ile yaşadığı yoğun aşk, Almasy ile Katherine’in ilişkisi ve Almasy’nin milliyetçi tutkular yüzünden mahvedilen çöle duyduğu sevgi…

   Tüm bu farklı hikayeleri başarılı senaryo geçişleri ile gerçekleştiren film, yönetmen Anthony Minghelle ile Juliette Binoche’un ilk ortak çalışması. 1996 yılında Oscar Ödülleri’nde de En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu da dahil pek çok ödül kazandı…

Saygılarımla
Eray Eliçora


23 Ocak 2014 Perşembe

17 Numara

   Joseph Jefferson Farjeon’ın ”Number Seventeen” isimli oyunundan yola çıkılarak çekilen filmin konusu; Dedektif Gilber bir grup hırsız tarafından çalınan bir kolyeyi aramaktadır. Başlangıçta hırsızlar Londra’daki bir evde saklanmaktadır, ama polislerden kaçmaya başlarlar. Mücevheri geri almak dedektif için kolay olmayacaktır…

   Alfred Hitchcock’un yönettiği on dokuzuncu filim olan “17 Numara”, Çalınan değerli bir kolye, işlenen bir cinayet çerçevesinde gelişen olaylar zincirini konu almaktadır. Yönetmenin İngiltere dönemin de çektiği hoş bir örnektir. Gerçeküstücü görüntüler, Alman dışavurumculuğunun etkisinde yoğun ışık-gölge oyunları, kapkara bir İngiliz güldürü anlayışı, filimin başlıca özellikleridir. ayrıca, ilerleyen bölümlerdeki kovalamaca sahnelerinde kullanılan maketler, özellikle yaratılmıştır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


22 Ocak 2014 Çarşamba

Sabotaj

   Bay Verloc, karısı ve karısının küçük kardeşi ile birlikte Londra’da küçük bir sinema işletmektedir. Fakat Verloc’un ailesinden bile gizlediği bir sırrı vardır. Londra’da faaliyet gösteren ve insanlara dehşet yaşatan sabotaj örgütünün üyesidir. Teşkilatın peşinde olan Scotland Yard, sinemanın yanındaki dükkanda Verloc’u gözlemlemek için bir dedektif görevlendirir…
İzleyicisine hiçbir zaman onu sıkacak basit, sıradan bir öykü anlatmak istemeyen Hitchcock için Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad’ın “Gizli Ajan” adlı klasik romanı mutlaka sinemaya uyarlanması gereken bir eserdi. Siyasi romanın en güzel örneklerinden birisi olan “Gizli Ajan” terör korkusuyla, gerilimle İngiliz mizahını harmanlıyor, okurunu güçlü ironisiyle etkiliyordu. Hitchcock’un da sinemada aradığı ve ustası olduğu şey gerilimle ironinin yan yana gelmesiydi. Bu nedenle romandaki karakterlere ve olay örgüsüne aynen sadık kalmak yerine “Sabotaj”daki bu ironiyi, kara mizahı yaratan atmosferi ve gerilimi yaratmaya çalıştı. Conrad’ın, Greenwich Gözlemevi’ni havaya uçurmayı düşünen Çar yanlısı provokatörlerinin yerine filmde amacı belirsiz bir komplo vardır. Öykünün zamanı ise Viktorya dönemi Lonra’sından günümüze kaydırılmıştır…

   Hitchcock büyük bir ustadır ama bu filmiyle Joseph Conrad’ın “Casus” adlı romanını resmen katletmiş. Roman çok daha derinlikli ve güzeldi. Bazı olay örgülerini değiştirmesine bir şey demiyorum ama değinemediği-yansıtamadığı bazı ana unsurlar var. Kadının küçük erkek kardeşine bağlılığı ve sevgisi örneğin. Verloc’la evliliği sırf bu nedenle yapmıştır ve bir bakıma kardeşi için yaşamaktadır. Bir anne de vardır romanda ve kendi isteği ile huzurevine giderken çocuğu da ablasına emanet etmiştir. Verloc, aşık olunası bir eş değil ama evini iyi kötü idare ettiren, karısının ailesine de bakan bir kocadır. Bunlar hiç yansıtılamamış. Anne karakteri zaten hiç yok.Ayrıca romanın sonu da tamamen değiştirilmiş. Hitchcock 2 trajediyi üst üste vermek istemeyerek bir nevi mutlu sona bağlanmış filmi. Ancak bu durum da romanın ve hikayenin ruhunu zedelemiş. Zaten Hithcock’un çifte trajedeli bir final yapması şaşırtıcı olurdu. Hatırladığım kadarıyla “Vertigo” haricinde trajik bir finali de yoktur Hitchcock’un.
Romanı okumamış izleyici bu eksiklikler nedeniyle hayal kırıklığına uğramaz elbette. Peki bu filmi beğenebilir mi? Mümkündür ama yine de Hitchcock filmleri arasında üst sıralara koymaz kimse. En azından bana öyle geliyor.

Saygılarımla
Eray Eliçora


21 Ocak 2014 Salı

Gizli Ajan

   Birinci dünya savaşı sırasında roman yazarı ve orduda subay olan Edgar Brodie, devlet tarafından ölü gösterilerek İsviçre’ye bir Alman casusunu öldürmesi için gönderilir. Yanına takım arkadaşı olarak “general” lakaplı Meksikalı bir asistan ve karısıymış gibi görünmesi için de Elsa adında bir kadın verilir. İsviçre’de alman casusun peşine düşen üçlüyü türlü aksilikler ve maceralar beklemektedir…

   W. Somerset Maugham’ın ”Ashenden” isimli romanından, Campbell Dixon tarafından oyuna uyarlanmış olan hikayenin, usta yönetmen Alfred Hitchcock eli ile filme dönüştürülmüş halidir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


20 Ocak 2014 Pazartesi

Kiracı:Bir Londra Sis Hikayesi

   Londra’da işlenen seri cinayetler ve harıl harıl aranan bir katil. Yalnız başına kalan kiracı, garip davranışlarıyla ev sahiplerinin ve ev sahiplerinin kızının sevgilisi tarafından dikkatini çeker…
Hitchcock’un acemilik eseri olan “Kiracı:Bir Londra Sis Hikayesi”, diğer acemilik eserlerinin tersine Hitchcock’un ustalık eserlerinin ilk işaretlerini verir. Sessiz film olan Lodger, yarattığı gerilimli havayı leziz bir polisiye ile harmanlayarak sunar…

   Fritz Lang’ın “M:Bir Şehir Katilini Arıyor” filmiyle tam manasıyla aynı konuda olmasa da halkın linç kültürü üzerine sosyolojik bir çıkarsama da yapan Lodger izlenmeye değer bir polisiye. İngiliz sessiz sinemasında kullanılan teknikler bağlamında da bir çok ilki içinde barındırıyor…

Saygılarımla
Eray Eliçora


19 Ocak 2014 Pazar

Şampanya

   Betty, milyoner babasının parasını sorumsuzca harcamaktan başka hiç bir şey yapmayan asi ruhlu bir kızdır. Fakir bir genç ile evlenmek için Fransa’ya dahi kaçmıştır. Fakat Betty’nin, genç adamı parası ile hor görmeye başlamasının ardından bu evlilik gerçekleşmez. Babası ise kızının bu şımarık davranışlarından artık usanmıştır ve yine kızının verdiği bu lüks partilerden birinde kendisine iflas ettiğini açıklar. Betty artık bir zamanlar evlenmek istediği fakir adamdan daha kötü druma düşmüştür. Hayatındaki para kavramı, zevk ve ihtişam aracından ziyade artık ihtiyaç anlamı kazanmıştır ve bir gece kulübünde çiçek satmaya başlar…

Saygılarımla
Eray Eliçora


17 Ocak 2014 Cuma

Kuşlar

   Zengin, güzel ve şımarık bir genç kadın olan Melanie Daniels, San Francisco’daki bir evcil hayvan dükkânında yakışıklı ve ilginç biri olan avukat Mitch Brenner ile tanışır. Melanie, Mitch’in bu dükkânda ona oynadığı küçük oyuna kızsa da ondan hoşlanır. O gün Mitch’in, kızkardeşinin doğum günü için aradığı fakat bulamadığı kuşları satın alır ve bunları hediye olarak Mitch’in Pasifik kıyısındaki küçük bir kasaba olan Bodego Bay’deki evine götürmeye karar verir…
Kasabadaki hayat ilk başlarda Melanie’ye normal gözükse birkaç gün sonra kasaba ve çevresindeki kuşlar tuhaf davranmaya ve sebepsiz bir şekilde insanlara saldırmaya başlar. Kuşların saldırıları kısa bir süre içinde ölümcül olacak, insanlara yaptıkları saldırılar sertleşecektir. Zira bir çiftçinin evinin camını kırarak içeri girer ve çiftçiyi gözlerini oyup öldürürler; keza Melanie’nin tanıştığı genç kadın da onların kurbanı olacaktır. Her türden kuşun yarattığı bu olaylar karşısında korkan ve ne yapacağını bilemeyen kasaba halkı kafesteki kuşlar gibi evlerine, dükkânlarına sığınır ve bir anlamda içeride hapis kalırlar…

   Kuzey Kalifoniya’da tatil yapan Hitchcock’un o bölgede kuşların insanlara saldırdığına dair bir gazete haberi okumasıyla ortaya çıkar. Bu gazate haberini, daha önce de kitaplarından uyarlamalar yaptığı Daphne du Maurier ‘in aynı adlı kısa hikâyesi ile birleştiren Hitchcock, sinema tarihinin en ünü filmlerinden birine imza atmış olur. Bu film kendisinden sonra gelecek doğanın insandan öç alması temalı filmleri büyük ölçüde etkilemiş ve bir klasik haline gelmiştir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


16 Ocak 2014 Perşembe

Cinayet Var

   Alfred Hitchcock , Frederick Knott’un beğenilen oyunu Dial M for Murder’ı Grace Kelly, Ray Milland ve Robert Cummings’in dahil olduğu bir aşk üçgenini şüphenin mükemmel bir karışımı ile anlatıyor…
Hitchcock’un 1954 yapımı, Dial M for Murder, çok sıradan bir cinayet planı üzerine. Filmin etkileyici olmasının nedeni, basitten yola çıkarak hikayenin ikinci yarısında yaratılan gerilim. Kendini aldatan karısı Margot Mary’i öldürmek için ‘kusursuz cinayet’i planlayan Tony Wendice’in planları, hiç beklenmedik bir şekilde bozulur. Bu noktada planını değiştirerek karısından başka bir şekilde intikam almaya karar veren Wendice’in unuttuğu, en kusursuz planın bile günlük hayatta gerçekleştirilemeyeceğidir…
Margot’nun evlilik dışı bir ilişki yaşadığı Mark Halliday’in bir dedektif romanı yazarı olması, Hitchcock’un filmlerinde sıkça görülen, filmin kendisi ve türü ile yapılan bir ilişkilendirme. Hitchcock’un kariyerinin başlarında yaptığı bu film, her zamanki gibi sinematografisi ile türünün klasik bir örneği…

   Başucu kitapları vardır ya,bu da başucu filmidir.Yönetmen ve senarist kocasını aldatan kadını mucizevi bir biçimde melek (!) olarak sunar bizlere.Sinemanın olağanüstü gücünü ve değer yargılarımızı nasıl şekillendirdiğini çarpıcı biçimde gösterirler bizlere.Basit bir cinayet filmi değildir bu,eski okul arkadaşı filme damgasını vurur kocayla birlikte.Esas oğlan ise hatıralarımızda asla yer almaz.Hitchcock bir büyücü gibi şerbetini hazırlar ve seyirciye içirir...

Saygılarımla
Eray Eliçora


15 Ocak 2014 Çarşamba

Jamaica Hanı

   1800′lerin İngiltere’sinde, İrlandalı öksüz güzel Mary, teyzesi ve amcasının yanına sığınır. Patience Teyze ve Joss Amca, Cornwell’deki Jamaica Hanı’nın sahipleridir. Genç kız, yeni evi olan hanın, gemileri fener oyunlarıyla gece karaya vurdurtarak yağmalayan bir grup acımasız korsana da yataklık ettiğini öğrenir. Korsanların başını çeken Sör Humphrey Pengallon’un pek de dengeli olmayan mizacı düşünüldüğünde, Mary’nin hayatı için endişelenmesi için oldukça fazla sebebi vardır artık…
Alfred Hitchcock ustadan harika bir yapıt…
İngilteredeki son filmi ve Hollywood’a geçiş yaptığı eser…

   Hıtchcock’un İngiltereden Abd’ye gitmeden önce yaptıgı filmde yine ilerde filmlerine esin kaynagı olacak(Kuşlar,Rebecca.)Maurier yapıtlarından esinlendigi filmde sanki biraz şekle baglı,çocuksu olgunluk arası hafif bir dönem filmi gibi gözüksede filmdeki çogu sahnedeki görüntü çalışması,karmaşık insan ilişkilerini ustaca bir üslup kullanarak anlatan filmin yine o Hıtchcock’a özgü enfes finaliyle ve üstün performanslarıyla Charles Laughton ve Horace Hodgesın ayrı bir güzellik kattıgı bir Hıtchcock keyfi...

Saygılarımla
Eray Eliçora


14 Ocak 2014 Salı

Ölüm Kararı/İp

   Gerçek bir olaya dayanan film 1924 yılında Chicago Üniversitesi’nde okuyan Leopold ve Loeb adlı iki öğrencinin sınıf arkadaşlarını katletmeleri olayından esinlenilmiştir. Brandon ve Philip, Aynı evde yaşayan iki arkadaştır. Macera peşindeki iki kafadar Nietzsche ‘nin bir felsefi düşüncesinden etkilenerek yakın arkadaşları David Kentley’i öldürüp evlerindeki bir sandığa kapatırlar. Amaçları aynı gece evde bir parti vermek ve davet ettikleri üniversite hocalarına zekalarını ispat etmektir. İnsanlar hiçbir şeyin farkında olmadan partinin tadını çıkartırken konuklar arasında bir isim bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmeye başlar...

   Hitchcock bu filmi bir dedekliflik filmi havasında işlememiş. Aksine bundan bilerek kaçınmış. James Stewart’ın oynadığı karakter olayı çözüyor ama bizleri şaşırtacak bir dedekliflik zekası ya da içgüdüsüne şahit olmuyoruz. Çok somut ve şüphe uyandıran 2 olay James Stewart’ı çözüme çok yaklaştırıyor ve ondan sonra gerisi geliyor.Diyologlar, verilen mesaj ve final etkileyici. İzlenmesi gereken bir film...

Saygılarımla
Eray Eliçora



13 Ocak 2014 Pazartesi

Trendeki Yabancı

   Babasından nefret eden bir adamla şans eseri trende karşılaşan ünlü bir tenisçinin trendeki macerasıyla başlayan filmde, trendeki şahıs tenisçinin hayatını gazete ve dergilerden bilmektedir ve karısıyla boşanmak istediğini okumuştur. Çapraz cinayet önerisinde bulunan yabancı, onun kendi babasını, kendisinin de onun karısını öldürmesini teklif eder…

   Hitchcock içinde olmazsa olmazlarından takip edilme,izlenme,yanlış anlaşılma ve kendini anlatamama gibi gerilim unsurlarına sahip bu ilginç ve tedirgin edici hikayeyi ustalıkla işlemiş. Peki insan hiçbir şey yapmadan da suçlu olabilir mi? Öyle bir hikaye ki izlerken sizde kendinizi olayın kahramanı kadar kapana kısılmış hissediyor, birazda suçluluk duyuyorsunuz. Hitchcock insan psikolojisini o kadar iyi tanıyor ki bunun aslında sizinle oynadığı bir oyun olduğunu sonradan farkediyorsunuz.Bu adam muazzam…

Saygılarımla
Eray Eliçora


12 Ocak 2014 Pazar

Arka Pencere

   Ünlü bir yayın kuruluşunun profesyonel fotoğrafçısı olan Jeff, çekim sırasında kazara bacağını kırınca, evinde tekerlekli sandalyeye mahkum olur. Alçının açılmasına bir hafta kala genç adam, karşıdaki apartman dairelerini izleyerek vakit öldürmektedir…
Öte yandan, dört dörtlük bir kadın olan Lisa, erkek arkadaşı Jeff’i düzenli olarak ziyaret etmekte ve evlenecekleri günü beklemektedir. Jeff içinse durum farklıdır; en ağır koşullarda hayatta kalma yeteneğini sınamış, sert ve inatçı bir kişiliğe sahip olan genç adam, kız arkadaşının da kendisi gibi zor ve sert koşullara katlanabilen biri olmasını beklemektedir. Jeff’in ilgisizliğine rağmen umudunu kesmeyen Lisa, genç adamla olan ilişkisini devam ettirebilmek için çabalamaktadır…
Tüm bunlar olurken Jeff, karşı apartmandaki yaşlı bir çiftin evine dikkat kesilir ve yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu kanısına varır. Jeff’e göre yaşlı adam, yerinden kalkmakta zorlanan karısını bir bıçakla öldürmüş ve gizlice gömmüştür. Bu senaryo, başta anlamsız gelse de inandırıcı kanıtlara kayıtsız kalamayan Lisa da, Jeff ve Jeff’in hemşiresi Stella ile birlik olup hafiyeliğe soyunurlar..

   Cornell Woolrich’in “It Had To Be Murder” adlı kısa filmi, usta yönetmen Alfred Hitchcock tarafından beyazperdeye aktarıldı ve sinema tarihinin en başarılı suç/gerilim yapımlarından biri olan “Rear Window” ortaya çıktı. ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Sanat Yönetmeni’, ‘En İyi Ses Düzenleme’ ve ‘En İyi Senaryo’ dalında Oscar adayı olan filmde, 1997 yılında hayatını kaybeden Oscar Ödüllü aktör James Stewart ve 1982 yılında bir araba kazasında hayatını kaybeden Oscar Ödüllü aktris Grace Kelly başrolleri paylaşıyor…

Saygılarımla
Eray Eliçora


11 Ocak 2014 Cumartesi

The Ring

   Jack Saunders, kız arkadaşı Nellie ile birlikte sıradan bir hayat süren, az tanınan bir boksördür. Bir süre sonra bu sıradanlık bozulur, çünkü ulusal şampiyon Bob Corby’nin Avustralya’dan dönmüştür ve bu dönüş üçünün de içerisinde yer alacağı bir aşk üçgenine neden olur. Bob, Nelly’den hoşlanmış; ona yakınlaşabilmek için elinden gelen her şeyi yapmayı göze almıştır. Kadın ise Bob’a yakınlaşarak, sorunlu giden ilişkisinden içten içe kurtulmayı istemektedir. ‘Bu maçı’ kazanmak isteyen Bob, Jack’i düelloya davet eder; kazananın kadını elde ettiği bir boks maçı yapacaklardır…

   Sinemanın en özel yönetmenlerinden Alfred Hitchcock’un yazıp yönettiği film, sonraki filmlerinde kullanacağı belli başlı teknikleri barındırması açısından dikkate değerdir…

Saygılarımla
Eray Eliçora


9 Ocak 2014 Perşembe

Gizli Teşkilat-Kuzey Kuzeybatı

   Yanlışlıkla George Kaplan isminde bir casusla karıştırılan Roger O. Thornhill üçkağıtçı bir işadamıdır. Vandamm ve Leonard isimli yabancı casuslar tarafından kaçırılır. Vandamm’ı masum olduğuna defalarca ikna etmeye çalışsa da başarısız olan Roger nihayetinde tam öldürülecekken kaçmayı başarır. Çileden çıkan Vandamm, Roger’ı, bir Birleşmiş Milletler memurunun ölümden sorumluymuş gibi göstermeyi başarır. Şimdi Roger hem Vandamm ve işbirlikçilerinden, hem de yerel polisten kaçmaktadır. Kaçak Roger, Eve isminde çok hoş bir kadınla tanışır ve aşk yaşamaya başlar. Oysa Eve göründüğünden daha farklı bir insandır…

   Kimilerine göre Hitchcock’un en iyi filmi olan “North by Northwest”in, büyük ustanın en başarılı “casus/masum adam” temalı filmi olduğu kuşku götürmez. Yönetmenin belki de en kişisel filmi olan “Vertigo”dan bir yıl sonra çektiği 1959 yapımı film, hem romantizmi hem de içerdiği neşeli mizah dozuyla gözalıyor. Hitchcock, çekimi sırasında yaşanan zorlukların üzerine üstelik çok da iyi eleştiriler almayan Vertigo’dan sonra yaptığı bu filmiyle, ticari başarı da dahil olmak üzere tam bir tatmin yaşamıştır…

Saygılarımla
Eray Eliçora



8 Ocak 2014 Çarşamba

Rebecca

   Manderlay” ismi verilen oldukça büyük bir şato. Lüksün vurgulandığı bir mekandır Manderlay; öyle ki bu şaşaa huzursuz eder sizi. Dışardan bakan biri, bu lükse hayran kalabilir, lakin içinde mutsuz insanları barındıran bir “lüks” tür bu. Ve nihayetinde lüks yok olur , tüm kirli hatıralarla beraber. Parayla satın alınan huzursuzluğun da simgelendiği bir film “Rebecca”, zira insanlar için şaşaalı bir sahne, sahte mutluluk oyunu oynayabilecekleri bir mekandır Manderlay…
Genç bir kadın aşık olduğu yakışıklı Maxim De Winter’la evlendikten bir süre sonra Maxim’in eski eşi Rebecca’nın birkaç ay önce gizemli bir şekilde ölmüş olduğunu öğrenir ve kocası ile olan ilişkisinin her zaman Rebecca’nın gölgesinde kalacağını farkeder. Film boyunca adı telafuz edilmeyen kadın, aynı zamanda kendisini evin yeni kadını olarak kabul etmek istemeyen hizmetçi Mrs. Danvers’ın kıskanç ve takıntılı tavırları ile başa çıkmak zorundadır…

   Alfred Hitchcock’un Daphne Du Maurier’ın bir romanından uyarladığı Rebecca yönetmenin aynı zamanda ilk Amerikan yapımı filmi olma özelliğini taşıyor. 1940′ta En İyi Film dalında Akademi Ödülü’nü kazanan filmin yapımcısı David Selznick’in bir önceki filmi Rüzgar Gibi Geçti de, aynı dalda ödül sahibi olmuş ve efsaneleşmişti…

Saygılarımla
Eray Eliçora


7 Ocak 2014 Salı

Harry'nin Derdi

   The Trouble With Harry herkesin kurtulmak isteyip de başaramadığı bir cesedin etrafında döner: birçok Hitchcock filmi gibi. Ama bu kez fark filmin tonunun tümüyle komedi olmasıdır…

   Sakin taşra kasabasının birbirinden eksantrik kahramanları, bir türlü gömüldüğü yerde kalamayan Harry’nin cesedini oradan oraya taşıyıp dururlar. Hitchcock bu ölüm soslu komedide, sinemasının iki temel unsuru olan korku/gerilim ve komediyi eşsiz bir uyuma kavuşturur. Ve onca başarılı ve usta karakter oyuncusu arasından sivrilen Shirley MacLaine’i de keşfedip ilk kez sinemaya kazandırmış olmanın onurunu taşır…

Saygılarımla
Eray Eliçora


6 Ocak 2014 Pazartesi

Genç Ve Masum

   Bir aktris, erkek arkadaşlarını kıskanan eski kocası tarafından öldürülür. Sonraki gün yazar Robert Tisdall (bu erkek arkadaşlardan biri) aktristin cesetini deniz kenarında bulur. Her ne kadar polise koşup haber verse de, iki şahit kaçan katilin o olduğunu söylerler. Polis, bu cinayetin kendisi tarafından işlendiğini düşünmektedir, çünkü maktül onun yağmurluğunun kemeri ile öldürülmüştür. O, yağmurluğunun çalındığını iddia etse de kimseyi inandıramaz. Üstelik mahkemeye çıktığında, suçlu olduğunu düşünen avukatı da onu terk etmiştir...
Tutuklanmasına karar verildiği duruşmanın çıkışında karışıklığa yol açan Robert kaçmayı başarır. Bu esnada polis müdürünün kızı Erica ile tanışır. Erica, Tisdall’in masum olduğuna inanmaktadır. Birlikte kaybolan yağmurluğu bulup onun masumiyetini polise kanıtlamak için sürükleyici bir maceranın içine girerler...

   1937 yapımı bir Alfred Hitchcok filmi. Filmin 15. dakikasında dışarı çıkan polis memurunun yanında duran iki kişiden biri üstadın kendisi. Hitchcock bu filmde 17 saniye ile diğer filmlerinden biraz daha uzun görünmekte. Filmin finalindeki otel sahnesinde üstadın geniş açıyı nasıl da başarılı kullandığının örneğini görebiliyoruz...

Saygılarımla
Eray Eliçora


5 Ocak 2014 Pazar

Aile Komplosu

   Alfred Hitchcock’un 52. ve son filmi olan bu 1976 tarihli filmin başlıca özelliği, ustanın nedense en az görülebilen filmlerinden biri olması. Biri sempatik, öbürü ürkünç iki çiftin maceralarını anlatan filmde Hitchcock açıkça eğleniyor ve gerilim türünün usta işi bir parodisini gerçekleştiriyor. Biraz bu nedenle, biraz da aşırı gevezeliği nedeniyle ustanın en iyi işleri arasında sayılmıyor. Ama yine de kimi dayanılmaz sahneleri ve parlak bir kara mizahı var. Gayri-meşru bir çocuk, boş bir mezar ve para hırsının bağlayıcı görevi yüklendiği filmde, Karen Black, Bruce Dern, Barbara Harris ve William Devane gibi ikinci sınıf oyuncular var...

   “Oyuncuların inek olduğunu söylemedim. Benim söylediğim, oyunculara inek muamelesi yapılması gerektiği…” Alfred Hitchcock sözü meşhurdur. Filmleri telif sorunlarıyla karşılamış bazıları 10 yıl süreyle gösterimde olmamıştır. TRT döneminde otosansür devreye girmiş filmlerinin ismleri bile değiştirilmiştir (örneğin Rope İp adıyla çevrildiği gibi bir çok güvenilir kaynakta -ÖLÜM KARARI-). Gişeye dönük filmler yaptığı gibi aykırı ve radikal olanlarına da imza atmıştır...

Saygılarımla
Eray Eliçora


4 Ocak 2014 Cumartesi

Vertigo

   San Fransisco polisinden dedektif Scottie Fergusson, bir suçluyu kovalarken, damdan düşen ortağını kurtaramaz ve yükseklik korkusu başlar. Polisliği bırakan ve özel dedektif olan Scottie’yi, eski okul arkadaşı Gavin Elster karısını takip etmesi için tutar. Scottie, genç kadının peşinden San Fransisco’ya döner ve kendisini karmaşık olayların içinde bulur...

   Her ne kadar filmin son çeyreğinde gerçekler su yüzüne çıkmış gibi görünse ve gizem çözülse de gizemin tuhaf bir biçimde etkisinin hala sürdüğüne tanık oluyor seyirci. O gizemle dedektif, Deli Carlotta ve genç kadın arasında birbirini çeken bir bağ var. Gizli bir ruh simbiyozu gibi bir şey… James Stewart’ın çıktığı alçacık merdivende yaşadığı vertigo hali de unutulmaz sahnelerdendi. O hissiyatı sonuna kadar seyirciye yaşatıyordu. Çocukluğumuzdan beri kulağımızda yer edinmiş müzikleri de insanda ”deja vu” etkisi yaratıyor...

Saygılarımla
Eray Eliçora


3 Ocak 2014 Cuma

Yaşamak İstiyoruz

   Kuzey Atlantik sularında bir Alman denizaltısından atılan torpido sonucu batan gemiden kurtulanlar bir cankurtaran sandalına sığınırlar.Amaçsız bir şekilde dolaştıkları bir-iki günden sonra denizden bir kazazede daha bulurlar. Sandaldakiler hiç konuşmayan bu yabancı kazazedenin İngilizce bilmediğini düşünürken yabancının başka planları vardır...

   İnsandaki en son ben yaşayayım hali , kim güçsüz ve acizse onu ekarte etme çabası sağ kalmak için her yol mübahtır gibi bir yol izleme dürtüsü ve içgüdüsünü işleyen güzel bir film...


Saygılarımla
Eray Eliçora


2 Ocak 2014 Perşembe

Hırsızlar Kralı

   Amerika'dan gelmiş Riviera’da üst düzey bir hayat yaşayan John Robie artık emekli olmuş bir hırsız. Ancak eski ortağı hala işbaşındadır. Yeni bir soygun olayında yeniden polislerin şüpheliler listesine giren Robie’yi sigorta şirketi görevlisi ziyaret eder ve bir hırsızı ancak başka bir hırsızın yakalayabileceğini kendisine söyler. Emekli hırsızın bu sefer suçsuz olduğunu ispatlaması için diğer hırsızı yakalamak zorundadır. Şımarık zengin bir varis olan Frances ile karşılaşır ve annesinin göz alıcı mücevherleriyle hırsızın gözünü döndürüp onu yakalamayı planlar…

Saygılarımla
Eray Eliçora


1 Ocak 2014 Çarşamba

Sapık

   Marion Crane, Arizona’da bir emlak ofisinde çalışmaktadır.Bir cuma günü, patronu Marion’a bankaya para yatırması için 40 bin dolar verir.Marion, bu para yardımıyla sevgilisi Sam’le hayal ettikleri hayatı kurabileceklerine karar verir ve parayı çalarak Sam’le buluşmaya gider. Yolda Bates Motel’de konaklamak zorunda kalır. Moteli işleten Norman Bates, annesiyle saplantısı olan genç bir adamdır. Beraber akşam yemeği yerler ve Marion odasına çekilir ve yatmadan önce duş almaya karar verir…
Sinema tarihinde adından ünlü “duş sahnesiyle” söz ettiren, türünün en önemli örneklerinden Sapık, Alfred Hitchcock’un başyapıtlarından biri olarak kabul edilir…

   Bu filmin efsane olmasının en büyük sebebi tipik bir alfred hitchcock filmi olmasıdır; gerilim, tempo ve oyunculuklar muhteşem kalitede. sahne seçimleri, çekim mekanları eşsiz. günümüz itibarıyla kült bir psikolojik – gerilim filmi. özellikle son sahnede doktorun yaptığı psikolojik çözümleme sinema tarihine geçmiş sahnelerin arasındadır. kendisinden sonra defalarca çekilmiş ve onlarca filme esin kaynağı olmuş bir yapım. bu tarzın meraklılarının kaçırmaması gereken bir film...

Saygılarımla
Eray Eliçora